yazarlar

Aşk acısı ve kan davası


Su ve Ateş
Yönetmen ve senaryo : Özcan Deniz
Oyuncular: Özcan Deniz, Yasemin Allen, Pelin Akil.

Yetmişli yıllarda başlayan arabesk furyasının en önemli aktörleri türkü geleneğinden gelen şarkıcılar olmuştu.  Özcan Deniz acılı aşk filmleri çeken türkü sanatçısı geleneğinin yeni ismi olma yolunda hızla ilerliyor. Geçtiğimiz yıl yönettiği ve başrolde oynadığı “Evim Benim” ile önemli bir gişe başarısı yakalaması, seyircinin arabesk bazlı acılı aşklara olan ilgisinin azalmadığını gösteriyordu. Kitlelerin sevdiği bu ruh durumunu tarif eden arabesklik “Su ve Ateş”’in de kalp atış ritmini belirliyor. Aşkın imkansızlığına eklenen kan davası ve güneydoğu kültürünün moderniteyle olan uyumsuz ilişkisi hikayenin omurgasını kuruyor. İstanbul’da havuzlu villalarda yaşayıp, kan davasını hala bir varoluş şeklinde kabullenmek bu çelişkinin en canlı örneği oluyor.

MAVİ, EN SICAK RENKTİR





La Vie D'Adéle, Chapitre 1 et 2

Yönetmen: Abdellatif Kechiche
Oyuncular: Léa Seydoux, Adéle Exarchopoulos.

Orijinal adıyla “Adéle’in Hayatı, Bölüm 1 ve 2” başkarakteri 17 yaşındaki Adéle’in aşkı, bedenini ve hayatı keşfetmesini anlatıyor. İlk bölümde lise öğrencisi genç kızın içindeki duygusal boşluğu, kendisinden yaşça daha büyük Emma ile doldurmasını, ona aşık olmasını izliyoruz. İkinci bölümde onun bu aşkı kaybedişini, içine düştüğü ruhsal boşluğu…
2013 Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödülü kazanan film, lezbiyen ilişki gibi çetrefil bir konuyu olağanüstü doğallıkta, cesur, gerçekçi bir sinema diliyle anlatması yanında, yargılamayan duruşuyla da her türlü övgüyü hak ediyor. 

Behzat Ç.:Ankara’ya karşı










Yönetmen: Serdar Akar

Oyuncular : Erdal Beşikçioğlu, Sanem Çelik, Fatih Artman, Nejat İşler.

Behzat Ç. küçük ekrandaki başarısını (ne yazık ki) sinemada tekrarlayamıyor. Bir türlü sinema tadı veren polisiye olamadı. Bu durumun ortaya çıkmasında, TV’deki aykırı duruşun sinema için çok yenilikçi olmayışı ve daha önemlisi dizideki öykü sadeliğinin sinemaya taşınamaması önemli rol oynuyor. Politik yozlaşmanın yıprattığı polis teşkilatı, adaletsizlik, cinayet öyküsünün dayandığı olay örgüsü, katilin kimliği, şablon kötü karakterler bir araya gelince, film süresi her şeyi layıkıyla anlatmaya yetmiyor. Ortalık dağılınca, öykünün ana damarı olması gereken seri katil kimdir meselesi arka planda kalıyor. Kimse merak etmez oluyor. Diziyi çekici kılan Behzat Ç. ve mesai arkadaşlarının doğallığı, yarattıkları empati sinemada da işe yarıyor. Onların varlığı mizahı ve özgürlüğü enjekte ediyor.

68 RUHU VE DÜŞLER


 

68 Eylül’ünde, karanlık bir Paris sabahıydı. Pasteur durağında metrodan indim, hızlı adımlarla Buffon lisesindeki ilk günüme doğru yürümeye başladım. Okula yaklaştıkça uzun saçlı, blucinli, deri ceketli, sigara içen ben yaşta çocukların çoğaldığını gördüm. Şaşırtıcıydı. Benim gibi mavi ceket, gri pantolon, kravat diktasının sürdüğü bir okul hayatından gelen birisi için, çevre Yıldızlar Savaşı’ndaki gezegen kadar farklıydı. Okulun gri sütunlu girişine yaklaştıkça şaşkınlığım arttı. Öğrenciler küçük gruplar halinde aralarında sigara içip, sohbet ediyor, bazıları yüksek sesle “Kızıl Cephe” dergisi satıyordu. Okulun karşısında iki adet polis panzeri duruyordu. Hayatımda ilk kez polis panzeri görmüştüm. Vietnamlı, siyahi çoğunlukta farklı kökenlerden öğrenciler dikkat çekiyordu. Okula kaydolduğum gün tanıştığım Vietnam asıllı Nguyen yanıma yaklaştı ve “günaydın” dedi. Yüzümdeki şaşkın ifadeyi fark etti, “her gün böyle, bazıları akşamları Quartier Latin’e de gidiyor” dedi. Quartier Latin öğrenci polis çatışmalarının en yoğun olduğu bölgeydi. Elimde kitaplarım, kalabalığı geçerek gri sütunlu kapıdan okulun büyük avlusuna girdim. Artık bende 68 ruhunun bir parçası olmaya hazırdım.

 

ÇAGDAŞ BİR KLASİK: V


 


V For Vendetta” İngiltere’nin geleceğinden distopik bir masal anlatır. Ülke karanlık totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü, halkın sürekli dezenformasyonla beslendiği, TV’lerde sokakla ilgisi olmayan şen şakrak programların yayınlandığı, demokrasinin her türlü unsurunun yok edilmiş olduğu, geceleri sokağa çıkmanın yasaklandığı bir ülke olarak tasvir edilir. Bir çizgi roman uyarlaması olan V, yaratıcıları Alan Moore ve David Lloyd’un seksenlerin ikinci yarısında muhafazakar Thatcher hükümetinden duyduğu kaygı sonucu ortaya çıkmış. 1605 yılında parlamento binasını havaya uçurmak isterken yakalanan Katolik eylemci Guy Fawkes’ın öyküsüyle, o yılların politik yapısı arasında bir köprü kurmuşlar. Dönemin hükümetinin almak istediği fakat dile getiremediği kararlar arasında AIDS taşıyıcıların bir kampta toplanmak istenmesi, eşcinselliğin ortadan kaldırılması gibi faşizan uygulamalar romanda metaforlarla işleniyor. İnsanların  tıbbi deneyler için kullanıldığı Larkhill Toplama Kampı, Ausschwitz’le benzeşen bir yer.  Filmde de bir polis hükümeti olarak işlenen tek partili sistemin Orwell’un efsane romanı “1984 “esintileri taşıyor. Big Brother gibi ortada gözükmeyen, insan içine çıkmayan bir diktatör hükmediyor. Çıkan nükleer savaş sonrası Amerika güçsüz bir ülke olmuş, tüm dünyada yokluk ve kıtlık ortaya çıkmıştır. İngiltere’de ayaklanmalar sonunda kalan sağcı gruplar kalan bazı büyük şirketlerle iş birliği yaparak hükümet olmuşlardır.
“1984” ve “Matrix” arası bir mesafede işlenmiş olan film, çizgi romanın

GATSBY, LUHRMANN VE JAY- Z


F. Scott Fitzgerald’ın ünlü romanı “Muhteşem Gatsby” Amerikan Rüyası’nın yarattığı zenginlik ve debdebenin ardındaki yalnızlığı mükemmel yansıtır. Amerika’da yirmili yıllarda patlayan ekonominin yarattığı zenginlik insanların başını döndürür. Kimin nasıl para kazandığından çok nasıl yaşadığı önemlidir. Yeni zenginlerin görgüsüzce sergiledikleri parlak yaşam tarzı onların kimlik arayışlarının bir yansıması olur. İki dünya savaşı arasındaki bu bireyci, kuralsız, inançsız dönem “Kayıp Kuşak” veya ”Caz Çağı” olarak adlandırılır. Otuzlu yılların başında gelen büyük buhran bu müsrif dönemin bir sonu olur. Roman Fitzgerald ve eşi Zelda’nın da bizzat yaşadıklarından yola çıkarak bu şaşalı hayatın gerisinde Gatsby’nin yaşadığı derin kimlik bunalımını anlatır. 1974’de Robert Redford’un canlandırdığı Gatsby rolünü bu kez Leonardo DiCaprio üstlenmiş. Redford’un karizmatik duruşuna karşın DiCaprio özgüven sorunu yaşayan tereddütlü bir karakter olarak yorumluyor. Aileden zenginleri temsil eden Tom Buchanan karakterini ise Joel Edgarton oldukça karikatürize etmiş.

BİR CİMCİMENİN DÜŞLERİ


 

 

2012’ nin en sevimli film karakteri yedi yaşında bir kız çocuğu oldu. Hushpuppy (Cimcime) adındaki zeki bakışlı, bu siyahi çocuk “Düşler Diyarı-Beasts of the Southern Wild ”nın anlattığı gerçek ve masal arasında seyreden öykünün, 2013 Oscar’ının en iyi film kategorisinde aday gösterilmesinde önemli rol oynadı. Quevenzhané Wallis adındaki bu küçük oyuncunun başarısı gözden kaçmadı, en iyi kadın oyuncu kategorisinde aday gösterildi. Hem de Oscar tarihinin en genç ikinci oyuncusu olarak. “Düşler Diyarı” festivallerde bu yıl aralarında Sundance ve Cannes da olan toplamda 36 ödül kazandı.

Bir Zombi sevdim



Sıcak Kalpler-Warm Bodies

Yönetmen : Jonathan Levine

Oyuncular: Nicholas Hoult, Teresa Palmer, John Malkovich.
Sinemada farklı bedenlerin aşkı sık işlenmeye başladı. 1946’da Fransız yönetmen Jean Cocteau’nun masaldan uyarladığı “Güzel ve Çirkin-La Belle et La Bete”  fantastik aşk türünün sinema kapılarını açmıştı. Sonraki yıllarda aynı masal Walt Disney animasyonu, Broadway müzikali  ve TV dizisi gibi farklı şekillerde uyarlandı. Tim Burton   “Makas Eller” de makas elli genç adamla normal yaşamdan genç kızın aşkını hüzünlü bir dille,   ”Alacakaranlık” serisi  vampir- genç kız aşkını destansı anlatımla görselleştirdi. Bu kez “zombi-genç kız aşkı” klasik Romeo-Juliet klişesinde işleniyor. Bilinmeyen bir virüs kurbanı insanlar zombiye dönüşürken, sağlıklı kalanlar da onları avlayanlara dönüşüyor. Zamanlarını bir hava alanında veya kent dışında geçiren zombiler, acıktıklarında insan avına çıkarak onların beyinleriyle karınlarını doyururlar. Konuşamazlar sadece aralarında garip sesler çıkararak anlaşmaya çalışırlar, yavaş hareket ederler. En kötüsü geçmişleriyle ilgili  hiçbir şeyi anımsayamazlar. Adının sadece “R” harfini anımsayan genç erkek zombi ve avcı kız Julie arasındaki yakınlaşma bir takım şeyleri değiştirecektir.

UZUN İNCE BİR YOLDAYIM


YOLDA-ON THE ROAD
Jack Kerouac’ın kült romanı “Yolda” yayımlanmasından 55 yıl sonra beyazperdeye uyarlandı. Film hakları 30 yıl önce Francis Ford Coppola tarafından satın alınmış olan romanın, serbest bilinç akışı içinde, uçuşan düşünceler silsilesi olarak yazılmış olması sinema uyarlamasının önündeki en büyük engeldi. Beat kuşağının önde gelen yazar ve şairleri Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Neal Cassady, William S. Burroughs’un erken yıllarını, aralarındaki ilişkileri anlatıyor roman. 1947 yılında Kerouac ve Cassady’nin başladıkları Amerika’yı baştan başa geçip, Meksika’ya uzanan kişisel uyanma seyahati dönemin muhafazakar toplum yapısına karşı isyan olarak görüldü. Savaş sonrası daha tutucu ve konformist olan Amerikan toplumuna karşı bir avuç gencin caz müziği, seks, alkol ve uyuşturucuyu, karşı kültür silahı olarak kullanarak başkaldırısını anlatan roman Bob Dylan’dan, Patti Smith’e, King Crimson’a kadar birçok müzisyenin esin kaynağı oldu. Johnny Deep’in “okuduktan sonra hayatım değişti” dediği romanı, Kerouac ruloya dönüştürdüğü kağıt sarmalına 1951’de üç hafta içinde, mecbur kalmadıkça, daktilo başından kalkmadan yazmış. Çok sevdiği caz müziğinin emprovizasyon bölümleri gibi yazmış ; olay, düşünce ve hayallerin belli bir kurguyu izlemeden, sıçrayarak birbirine eklendiği bir roman. Senaryo yazımını, yönetmen Walter Salles kankası senarist Jose Rivera’ya emanet etmiş. Daha önce Che Guevera’nın politik uyanışını sağlayan Güney Amerika seyahatini “Motosiklet Günlükleri” ile sinemaya uyarlayan Salles bu kez, sadece yolda olmayı, duygu ve düşünce özgürlüğü olarak yaşayan gençlerin yolculuğunu anlatıyor.


SEFİLLERE MÜZİKAL YORUM


SEFİLLER

Yönetmen: Tom Hooper

Oyuncular: Hugh Jackman, Russell Crowe, Anne Hathaway, Amanda Seyfried.

1987’den bu yana Broadway’de sahnelenen “Sefiller” müzikali sonunda beyazperdeye uyarlandı. Oscar’lı yönetmen Tom Hooper’un sahne müzikaline sadık bir yorumla yaptığı uyarlama, geçtiğimiz hafta üç adet Oscar heykelciğiyle onurlandırıldı. Victor Hugo’nun kürek cezasından Belediye başkanlığına yükselen Jean Valjean’ın öyküsünü Fransız Cumhuriyetçilerinin orduya karşı direnişinin harmanladığı destansı romanı müzikal olarak izlemek, ilginç fakat etkileyici değil. Tüm konuşmaların şarkı sözleri içinde akması, öyküden seyirciye geçen duyguyu zedeliyor. Her şeyin şarkıyla anlatıldığı müzikallerde, dramatik anlatımın şarkı sözlerine hapsolması, oldum olası seyircinin sevemediği/alışmadığı bir durum. Kameranın yüzlere yakın plan çekimleri sık kullanması kötü bir seçim olmuş. İlk bölümde Valjean ve müfettiş Javert ikilisine ağırlık veren öykü ikinci bölümde Fransız devrimi sonrası Cumhuriyetçilerin hiyerarşi ve yoksulluğa karşı açtığı savaş günlerine yoğunlaşıyor. Buradaki sokak çatışmalarında devreye giren etkileyici görsellik, devrimci ruhu da hissettiriyor.

“00:30” UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


 
 
 
Usame Bin Ladin’in takip sürecini ve öldürülmesini anlatan “Zero Dark Thirty” olumsuz birçok tartışmaya yol açtı. Büyük bütçeli aksiyonları çeken tek kadın yönetmen olan Kathryn Bigelow, yaşanılanlardan yola çıkarak anlatıyor öyküsünü. Maya adında inatçı,  kadın CIA ajanını odak noktasına yerleştiren Bigelow’un, istihbarat örgütünü çok olumlu ele aldığı söylenemez. Maya dışındaki çoğu ajanın yeterli olmadığı, sıradan bürokratlar olarak çalıştığını gösteriyor. Maya’yı bu kadar motive eden nedenlerin başında, yakın arkadaşlarını canlı bomba eyleminde kaybetmiş olmasından duyduğu üzüntü geliyor. Jessica Chastain Oscar adaylığı yanında Altın Küre’de en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandığı karaktere, depresif ruhta pes etmeyen ajan yorumunu etkileyici yansıtıyor. Bin Ladin’in saklandığı tahmin edilen evin bulunmasından sonra iki yıl kadar izlenmesi, bir türlü baskına karar verilememesi, CIA’nın 9/11 başarısızlığından sonra yanlış bir karar vermekten ve eleştirilerin hedefi olmaktan ne kadar çekindiğinin işareti olarak görülüyor.



UNUTULMAYACAK BİYOGRAFİLER


 Yaşam öyküleri, sinemanın en fazla el attığı konulardan birisidir. Başlı başına bir sinema türü olarak adlandırabileceğimiz  yaşam öyküleri genelde dram olarak kayıtlara geçer. “Gerçeği anlatabilmek için bazen yalan söylemek gerekebilir” sözünden yola çıkarsak çoğunun gerçekle kurmaca arası veya yönetmenin görmek istediği gibi perdeye yansıtıldığını biliyoruz. Buna karşın gerçeğin bir bölümünü de izlemek, tanıklık etmek yetebiliyor. Gerisini zaten sinemanın büyüsü dolduruyor.

1.Arabistanlı Lawrence-Lawrence of Arabia -(1963)- Yönetmen : David Lean
2. Amadeus-(1984) Y: Milos Forman
3.Kızgın Boğa-Raging Bull- (1980)- Martin Scorsese
4.Gandhi – (1982)- Richard Attenborough
5.Bonnie and Clyde- (1967)-Arthur Penn
6.Schindler’in Listesi-Schindler’s List-(1993) -Steven Spielberg
7.Kelebek ve Dalgıç-The Diving Bell and The Butterfly (2007)-Julian Schnabel
8.Serpico-(1973)-Sidney Lumet
9.Fil Adam-The Elephant Man (1980)-David Lynch
11.Patton-(1970)-(1970)-Franklin J.Schaffner
12.Son İmparator-The Last Emperor –(1987)-Bernardo Bertolucci
13.Akıl Oyunları-Beautiful  Mind –(2002)-Ron Howard
14.Ed Wood-(1994)-Tim Burton
15.Viva Zapata –(1952)-Elia Kazan
16.Ché-Volume 1-2 (2008)-Steven Sodebergh
17.Cesur Yürek-Braveheart-(1995)-Mel  Gibson
18.Ray-(2004)-Taylor Hackford
19.Shine-(1996)-Scott Hicks
20. Kraliçe-The Quenn-(2006)-Stephan Fréars
21.Kaldırım Serçesi-La Mome (2007)-Olivier Darden
22.Milk –(2008)-Gus Van Sant
23.Yabana Doğru-Into the Wild (2008)-Sean Penn
24.Elisabeth : Altın Çağ (2007)- Shekpur Kapur
25.Billy Elliot (2000)-Stephen Daldry

 

ZİNCİRSİZ YAŞAMA İLK ADIM


 

Amerika’nın ırkçılık konusunda geçirdiği sıkıntılı yıllar, Hollywood’un özenle işlediği bir konuya dönüştü. Geçmişle yüzleşme konusunda, Obama’nın ikinci dönem seçilmesinin etkisi veya Spielberg’de olduğu gibi kişisel takıntı olabilir.  Beyaz ırkın, sırf ten renginden dolayı kendisine eşit görmediği insanların ayağına taktığı zincirin çıkarılmasında ilk adımı atan Abraham Lincoln’ün hikayesi, Spielberg’in yıllardır hayalini kurduğu bir proje oldu. Deneyimli senarist Tony Kushner’in senaryoyu yazması on yılı almış. Lincoln rolü için Daniel Day- Lewis dışında başka bir oyuncuya teklif götürmeyen Spielberg, bu kararlığının karşılığını almış. Day-Lewis karakterini olağanüstü bir oyunculuk gösterisi yaparak canlandırıyor. Canlandırmıyor adeta Lincoln oluyor.

Bitik Ruhlar Kenti


 

Yönetmen: Allen Hughes

Oyuncular : Mark Wahlberg, Russell Crowe, Catherine Zeta-Jones. 

“Bitik Şehir-Broken City”  New York’un arka planda karanlık bir dev gibi yükseldiği öyküsünde,  entrika dolu politika ilişkilerini anlatıyor. İlişkilerin karanlığı adeta tüm kenti kaplıyor. Kent  karanlık, güven vermeyen, vahşi bir yaşam alanı duygusu yansıtıyor. Koltuğu kaybetmemek ve çıkarlarını korumak adına “sevgili halkım her şey sizin için” nutukları atan Russell Crowe’un canlandırdığı belediye başkanı Hostetler kimliği, kirli politikacı şablonunda oldukça evrensel anımsamalara yol açıyor. Politik yolsuzluklara çomak sevmeyi seven Amerikan sineması bir kez daha demokratik gözükme örneği sunuyor. Bu tür entrikaların birçok ülkede örtbas edildiğini, ilgilenenlerin de susturulduğunu biliyorlar. Bu durumda göreceli olarak demokratik gözükmeyi mükemmel satıyorlar.

ANNA KARENİNA


 

Klasik bir romanın beyazperde uyarlaması birçok yönetmen için korkulu rüya olabilir. Romanın şöhreti yönetmenin tüm yaratıcılığını kısıtlayabilir. Öykünün ruhunu yaralamamak adına risk almadan, çizgisel anlatımla, dönemi mekan ve kostüm olarak yansıtmakla yetinebilir. Bu olumsuz durum edebiyattan yapılan birçok kötü ve sıradan uyarlamanın temel nedenidir. Bu güne dek 1915’den itibaren otuza yakın uyarlama yaşayan Anna Karenina,  bu kez  İngiliz yönetmen Joe Wright’ın cesur,  deneysel sayılabilecek katkılarıyla tekrar yaşama dönüyor. Wright, Tolstoy’un bin sayfalık eserini tiyatro sahnesine taşıyarak müzik ve koreografi eşliğinde müthiş bir dinamizmle anlatıyor. Hem de öykünün dramatik yapısını zerre kadar zedelemeden tüm karakterlerin hakkını vererek. Baz Luhrman’ın “Moulin Rouge” da yaptığı post modern anlatım bu kez “Anna Karenina” nın ruhuna giriyor. Tiyatroyu sahne, kulis, salonu, tavanı, balkonu, sokağa açılan kapısına kadar tüm mimarisiyle kullanan Wright bu ağır eseri uzun bir balo sahnesi çekmiş.

Pi'nin Yaşamı ve İnanç



“Pi’nin Yaşamı” görselliğiyle seyredeni kollarına alıp uçuran bir film. 3D’nin maheretiyle seyircisini kurduğu düşsel dünyanın bir parçası yapmayı başarıyor. Öykünün masalsı anlatısının 3D görselliğine mekan ve içerik olarak uyumlu olması kadar, yönetmen Ang Lee ve görüntü yönetmeni Claudio Miranda’nın  becerileri de her türlü övgüyü hak ediyor. Hikaye baştan sona modern zamanların yeni dinler kitabı olarak yorumlanabilir. Küçük yaşlardan itibaren Tanrı ve inanç üzerine kafasında şekillenen sorulara aradığı yanıtları Katolikliği, Müslümanlığı ve son olarak Hinduizmi öğrenerek yanıtlamaya çalışan Pİ Patel adındaki Hintli çocuk, bu konudaki kuşkularını tam anlamıyla yenemese de, inançlı olmayı seçer. Kanadalı yazar Yan Martel’in kendisini yaşamda yalnız hissettiği bir dönemde (kendi sözleri) yazmaya başladığı romanında anlattığı fantastik hikayeyi ”ne olursa olsun inancını kaybetme” tavsiyesiyle yoğuruyor. Bu öneriyi Ang Lee kurduğu düşsel dünya içinde inandırıcı bir hale dönüştürmek istiyor ve başarıyor. Bu inandırıcılıktaki en büyük pay görselliğin yarattığı hipnotik etkide saklı. Anlattığı masalın gerçek ve mantıklı bir öykü gibi algılanması kaçınılmaz oluyor. Başlangıçta öykü arayan bir yazarın Hindli bir adamı ziyaret ederek onun anlattıklarından yola çıkması inandırıcı olmayı hedefleyen  alt yapıyı oluşturuyor.