yazarlar

KAZANMAK İÇİN NE KADAR RİSKE GİRERSİN ?




KAZANMA SANATI-MONEYBALL

YÖNETMEN: BENNETT MILLER


OYUNCULAR: BRAD PITT, JONAH HILL,PHILIP SEYMOUR HOFFMAN


“Kazanma Sanatı” başarı ve inancın iç içe geçmiş halkalar gibi olduklarını bir beyzbol takımının gerçek öyküsünden yola çıkarak anlatıyor. Oakland Athletics takımının genel menajeri Billy Beane takımın yönetim kademesinde kimsenin inanmadığı hatta karşı durduğu bir programı inatla uygulayarak büyük bir riske girer. Takımın başarısızlığı durumunda tek sorumlu olarak kaybedeceği çok şey olacaktır.

Aoron Sorkin, Steven Zaillian gibi üstat kadrosundan iki senaryo yazarının kaleminden çıkmış hikaye, zeki diyalogları yanında Billy Beane (Brad Pitt) ile yardımcısı Peter Brant (Jonah Hill) arasındaki ilişkiden güçlü bir şekilde besleniyor. Feleğin çemberinden geçmiş menajer ile zeki bilgisayar çocuğu arasındaki karşıt karakterler dayanışması, dramatik akışa komik anları serpiştiriyor. Brad Pitt ve Jonah Hill karakterlerinde mükemmel oyunculuklar sunuyorlar. Daha çok “Kaza Kurşunu”, “Çok Fena”, “Zor Görev” gibi komedi filmlerinden tanıdığımız şişman genç  Jonah Hill yüzünden düşmeyen ürkek,” bana dokunmayın”  ifadesi,  Pitt’in kararlı ve acımasız duruşu karşısında  kusursuz karşıt karakter yaratıyor.

Amerikan Beyzbol Ligi takımlarından Oakland Athletic  şampiyonluğa oynayan takımların üçte biri bir bütçe ile ayakta durmaya çalışmaktadır. Yine de çetin ceviz, genelde play-off  oynamaya alışkın bir takımdır. 2001 sezon sonu en iyi üç oyuncusunu başka takımlara kaptırınca genel menajer Beane yeni bir takım kurmak için sistem karşıtı bir programı uygulamaya karar verir. Tesadüfen tanıştığı Yale diplomalı ekonomist Brant yaptığı bir yazılım programında, ligde oynayan tüm oyuncuların performanslarını değerlendirmiş ve bir çok oyuncunun sadece ön yargılar sonucu kötü olarak damgalandığını bulmuştur. Bu durumda az paraya iyi oyuncu bulma şansı yüksektir. Beane elindeki imkanları değerlendireceğine yardımcı olabilecek  bu programın verilerine göre takım kurmaya karar verir. Altında çalışan teknik ekip aynı görüşte değildir. Onların kriterlerinde, oyuncuların eşlerinin güzelliği bile önemlidir. Beane sağlam durmak zorundadır çünkü tek başınadır.

Sistem karşıtı, riske dayalı bir duruşun getirdiği izolasyonu Brad Pitt mükemmel yansıtıyor. Kariyerinde yakışıklığına iliştirilmiş rollerde gözükmemeye özen gösteren oyuncu, kariyerinin en olgun performanslarından birisini gösteriyor. Kendisine yazılmış rolün başarıya sevinen onunla gurur duyan bir karakterden çok onun iç dünyasını, tek başına yaşadıklarını yansıtan olması dikkat çekici bir performans için elini kuvvetlendiriyor. Bize çok uzak bir takım oyunu olan Beyzbolün karmaşık kurallı saha içi dinamiğinden çok, orada kazanmak için yapılanlara odaklı hikaye, sonuç olarak bireysel bir zaferin aşıladığı iyi duygulara teslim edilmiş. Biyografik filmlerdeki sade ve etkileyici anlatımı ile “Capote” den tanıdığımız yönetmen Bennett Miller bu konudaki ustalığını bir kez daha kanıtlıyor. Sadeliği, karakterlerin iç ve dış patlamaları ile destekliyor. En etkileyici sahneler olarak sahada hoplayan zıplayan kazanan takım görüntülerinden çok Pitt’in kızıyla birlikte olduğu, örneğin kızının ona gitarıyla şarkı söylediği, uğursuz saydığı için seyretmediği maçlar sırasında yaptığı şuursuz davranışlardan veya başarısızlıklardan sonra oyuncuları ile yaptığı konuşmalar akılda kalıyor.

Sistem karşıtı karakterleri seven Oscar jürisinin bu yıl ki ödüllerde “Kazanma Sanatı”na özel bir ilgi göstereceğinden şüphe yok. Bütününe bakıldığında anlatım olarak orta akım sinemanın şablonlarına uymayan,” nevi şahsına münhasır” mükemmel bir film var karşımızda.

 

KAZAN VEYA HİLE YAP


 


OYUNUN SONU- MARGIN CALL
YÖNETMEN : J.C.CHANDOR
OYUNCULAR: KEVIN SPACEY, JEREMY IRONS, PAUL BETTANY,DEMI MOORE.

Oyunun Sonu-Margin Call” son yaşanan finansal krizin öncesini Wall Street’de  bir yatırım şirketinin iç dünyasına girerek anlatıyor.Filmde şirketin adı açıklanmasa da birçok veri, krizin müsebbibi Lehman Brothers’ı işaret ediyor. Örneğin Jeremy İrons’ın canlandırdığı John Tuld karakteri, bu şirketin ünlü CEO’su Richard Fuld’u çağrıştırıyor. Tam bir şeylerin yolunda gitmediği fakat henüz kesin bir patlamanın olmadığı günlerdir. Filmin ilk karesinde Wall Street gökdelenlerinin üzerine yansıyan kara bulutlar yaklaşmakta olan felaketin habercisi gibidir. Görüntüler buradan gökdelenlerden birisinin steril koridorlarına bağlanır. Asık suratlı, ciddi giyimli kadınlı erkekli bir grup kararlı adımlarla koridoru geçer ve odalara dağılırlar. Gözlerini önlerindeki ekranlara sabitlemiş modern köleleri kibarca birebir konuşmaya davet ederler. Bu davetin her şeyin bittiği an olduğu biraz sonra anlaşılır. Elemanlara kibar sözcüklerin süslediği tehditkar bir metin ile işten atıldıkları açıklanır. Son cümleler kapitalist sistemin acımasızlığının itirafı gibidir “şirket e-postanız, sunucuya erişiminiz, binaya girişiniz ve mobil verileriniz ile cep telefonu hizmetiniz bu toplantıda elinizden alınacaktır. Güvenlik memuru sizi büronuza kadar eşlik ederek kişisel eşyalarınızı toplamanıza eşlik edecektir.” Kimse ile vedalaşmadan, orta yerde herhangi bir duygusallığa yer vermeden sessizce ayrılacaksınız demektir.

Son 10 Yılın En İyi Türk filmleri






-Babam ve Oğlum (2005)
-Vizontele (2001)
-Hokkabaz (2006)
-Beş Vakit  (2006)
-Beynelmilel (2007)
-Sonbahar (2008)
-Bir Zamanlar Anadolu’da (2010)
-Kader (2006)
-Vavien (2009)
-Yazı Tura (2004)
-Yumurta, Süt, Bal Üçlemesi (2007-2009)
-Issız Adam (2010)
-Kaybedenler Kulübü (2010)
-Üç Maymun (2008)
-Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2002)
-İki Dil Bir Bavul (2009)
-Kosmos (2010)
-Yaşamın Kıyısında (2007)
-Nefes-Vatan Sağolsun (2009)

Türk Sineması son on yılı oldukça hareketli geçirdi. Farklı türlerde gezinen, geçmişin karanlık anılarına yönelen, daha cesur, sansür korkusu azalmış sinema yapan bir jenerasyon ortaya çıktı. Diğer bir yönetmen grubu ise apolitik fakat gerçekçi sinema dilinin izinde adeta bir Yeni Dalga arayışına girdi. Gişe başarısını ön plana alan farklı kalitede komediler çevrildi. Seksen darbesi sonrası yaşanan kişisel ve toplumsal travmaları ön veya arka planda öyküleyen filmlerin sayıları arttı. Buna en iyi örnek olarak “Sonbahar”, “Beynelmilel”, “Babam ve Oğlum” sayılabilir. “Sonbahar” hapiste geçirdiği onca yılın travmasını tüm bedeninde taşıyan genç bir adamın yaşam ile yeniden tanışmasını anlattı. Genç yönetmen Özcan Alper bir çok festivalde ödül kazandığı filminde  Doğu Karadeniz’in doğasını öyküsünün içine adeta bir karakter gibi sindirir. Hopa, Çamlıhemşin’in yağışlı, vahşi doğasının, baş karakter Yusuf (Onur Saylak) gibi nerede, nasıl patlayacağı belirsizdir.
“Beynelmilel” ise sıkıyönetimin sürdüğü yıllarda geçen gerçek bir öyküden yola çıkarken, trajikomik bir dille de dönemi yansıttı. Adıyaman’da Gevende olarak anılan bir grup yerel müzisyenin sıkıyönetim komutanlığı tarafından disiplinli bir orkestraya dönüştürülmek istenmesi bize dönemin trajikomik bir resmini çizdi. Senarist ve yönetmen Sırrı Süreyya Önder yine bu dönemi yansıtan “O… Çocukları” ile de  dikkati çekti.

WOODY ALLEN PARIS’İ SEVİYOR




PARİS’TE GECE YARISI-MIDNIGHT IN PARIS
YÖNETMEN, SENARYO: WOODY ALLEN
OYUNCULAR :OWEN WILSON, RACHEL MCADAMS, MARION COTILLARD, ADRIAN BRODY, KATHY BATES.             
Woody Allen Avrupa’ya olan hayranlığını “Paris’te Gece Yarısı” ile bir kez daha gösteriyor. “Maç Sayısı” ile Londra, “Vicky Barcelona” ile Barcelona dolaylarında güzel işler çıkaran Allen bu kez Paris sokaklarında dolanıyor. İlham perisini arayan bir yazarın kimliğinde bu güzel kentin sokaklarını arşınlıyor. Bir röportajında usta yönetmen “gençliğimizde hep Avrupalı yönetmenlere özendik, onlar gibi filmler yapmak, onlar gibi yaşamak isterdik” der. Bu özlemini geçmiş filmlerinde New York’a yaptığını, Avrupa kentlerine yaparak gideriyor. Kent bir karakter gibi öyküye can veriyor. “Manhattan” filminin açılış sekansındaki siyah beyaz, grenli kent karelerinin yerini Paris’in canlı renklerdeki görüntüleri alıyor.  Artık 74 yaşına gelmiş ve yönettiği filmlerin esas karakterini oynayacak gençlikte olmamaktan yana dertli olan Allen, bu kez “alter egosunu/ikinci kişiliğini” Owen Wilson’a yazar Gil Pender karakterinde ödünç vermiş.
Allen Avrupa’ya ve kültürüne güzellemeleri arka arkaya sıralarken, Amerikan toplumunun kültür yoksunluğuna ve görgüsüzlüğüne de bol bol göndermeler yapıyor. Oklarını Paris’e gönderdiği iki aile üzerinden saplıyor Amerikan toplumuna. Birisi roman yazarı Gil Pender’in nişanlısı Inez’in (Rachel Mc Adams)  zengin ailesi, diğeri ise kültürel birikimini ukalalık ve çokbilmişlik üzerine kurmuş olan Paul ve eşi Carole olur. Cumhuriyetçi, aşırı sağ görüşlü esasında ticari bir anlaşma için gelmiş olan müstakbel kayınpeder ve kayınvalide bulundukları kentin kültür hazinesinden bir haber, pahalı restoranlarda yiyip, içip sonradan adını bile anımsamadıkları Amerikan filmleri ile Paris günlerini geçirmektedir. Diğer kutup ise öğretim üyesi Paul (Michael Sheen) olur, bilgilerini büyük bir görgüsüzlük içinde anlatıp durur. Dokusunun uyuşmadığı bu insanlardan kaçmak isteyen Gil, romanına ilham toplamak bahanesi ile kendini Paris’in karanlığına salar. Yazmakta olduğu romanda nostaljiye olan bir özlemi yansıtmaktadır. Kendisini yoldan alan eski model bir araba, kendisini eski bir Paris kafeteryasına götürür. Café’de  Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald gibi efsane yazarlar Cole Porter gibi yine efsane bir caz piyanisti ile tanışır. Hayallerine bile sığmayan sanatçılar ile tanışmaları, her gece yarısı buluşmaları ile devam eder Picasso, Dali, Luis Bunuel, Touluse Lautrec, Gaugin, Degas, T.S. Eliot, Man Ray… Picasso’nun deli dolu sevgilisi Adriana (Marion Cotillard) ise aklını başından alır. Paris’te 1920’li yıllarda genç sanatçılara destek veren ünlü sanat galerisinin sahibi ve sanat eleştirmeni olan Gertrude Stein (Kathy Bates) Gil’in romanının taslağını değerlendirir.Hepsi onun hayal dünyasını aşan, normal yaşamdaki dengesini bozan olaylardır.
Woody Allen, sanat ve edebiyatta sonradan Altın Çağ olarak adlandırılan dönemin ünlenmekte olan, yolu bir şekilde Paris’e düşmüş ve yaşamış sanatçılardan bir hayal dünyası kurmuş. Hepsinin eserleri üzerine yapılan konuşmalar ilginç ve heyecan verici. Hele Gil’in, Bunuel’e ayaküstü verdiği “burjuva toplumu bir odada yemek daveti için topla, sonunda odadan çıkamasınlar” tavsiyesi, yönetmenin 1962’de çevireceği“El Angel Exterminador-Ölüm Meleği” filminin ana fikri olur. Nostalji takıntısı üzerine yaptığı konuşmalar ise ayrı bir tartışma konusu olur. Geçmişte hiçbir şey bu günden daha güzel, daha mükemmel cereyan etmemiştir. İnsanlar bunu unutarak geçmişi hep kusursuz olarak anımsamak ister. Oyuncu ve karakter uyumu üzerine söylenecek tek bir olumsuz söz yok. Carla Bruni bile doğru bir seçim olmuş.
Bu yılın ve Woody Allen’ın yazıp, yönettiği en iyi filmlerinden birisi.

ANADOLU’DAN BİR TUTAM YAŞAM




BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA
YÖNETMEN: NURİ BİLGE CEYLAN
OYUNCULAR: MUHAMMET UZUNER, TANER BİRSEL, YILMAZ ERDOĞAN, ERCAN KESAL, FIRAT TANIŞ.


Nuri Bilge Ceylan’a 64. Cannes Film Festival’inde Jüri Büyük Ödülü’nü kazandıran son filmi ”Bir Zamanlar Anadolu’da” seyredilmesi kolay bir film değil. Seyirci olarak öykü ve karakterler ile bir empati kurmak, benzer şartlarda yaşamının bir bölümünü Anadolu’nun ücra bir yerinde geçirmiş olanlar için mümkün olabilir. Yönetmen olarak Ceylan da seyirciyi dışarıda bırakarak, tarafsız bir gözlemi hedefliyor düşüncesindeyim. Zamanın adeta durduğu bir Anadolu kasabasının küçük yaşamını, filmin adının çağrıştırdığı gibi “gerçek değil bir masal” gibi anlatıyor. Masal benzerliği, anlatımın dilinden değil, yirmi birinci yüzyılın modernitesine olan uzaklığından kaynaklanıyor. Kesilen elektrikler, eski püskü devlet araçları, dökülen bir hastane ve tüm bu şartlara uyum sağlamış karakterler. Öykü bir cinayet sonrası doktor, savcı, baş komiser, jandarmanın oluşturduğu araştırma ekibinin üzerinden gelişiyor. Cinayet ve nedeni çok önem taşımıyor daha çok karakterleri tanımamıza, onların travmatik geçmişlerini, sıkışmışlıklarını keşfetmemize vasıta oluyor.

KOVBOY VE KIZILDERİLİLER UZAYLILARA KARŞI

  


KOVBOYLAR VE UZAYLILAR – COWBOYS AND ALIENS
YÖNETMEN: JON FAVREAU
OYUNCULAR: DANIEL CRAIG, HARRISON FORD, OLIVIA WILD, SAM ROCKWELL             

Kovboylar, Kızılderililer, Uzaylılar hepsi aynı filmde. Hollywood’un popüler olmasında en önemli rolü oynayan western ve bilimkurgu türlerinin bir arada işlendiği örnek oldukça az. İlk film 1935 yılında “Singing Cowboy” adlı TV dizisinden esinlenerek çevrilmiş olan “The Phantom Empire” olarak kayıtlara geçiyor. Hollywood western ve uzay ilişkisini çoğunlukla ana öyküyü destekleyen yan motif olarak kullandı ; örneğin Yul Brynner (West World-1973) bir gösteri parkında android bir kovboyu canlandırdı veya “Geleceğe Dönüş” üçüncü bölümde (1990) Marty ve Dr. Brown zaman makinesi ile Vahşi Batı’ya seyahat ettiler. Bir TV dizisinden uyarlanan “Wild Wild West-Vahşi Vahşi Batı” ise ileri teknolojide bir savaş makinesi Metal Örümcek ile westerni harmanlayan bir aksiyon komedi oldu. Alien veya Predatorvari yaratıklar ile kovboyların çatışmasına ilk kez tanık oluyoruz. “Iron Man” serisi ile aksiyon-bilimkurgu kulvarında sağlam bir yer edinen yönetmen John Favreau farklı dokuda bu iki türü bir araya getirirken, görselliği sağlam fakat ruh birleşimi eksik bir film kotarmış. İlk bölüme klasik westernin tüm dokusu hakim; kasabaya gelen yabancı, tozlu meydanda şerifin müdahale ettiği ilk çatışma, her şeyi kontrol eden sığır tüccarı Albay Dolarhyde gibi uzayıp giden bildik klişeler. Belli ki deneyimli birçok yönetmen gibi Favreau’da westerne çok heves etmiş. Uzaylıların kasabaya saldırısı ile başlayan savaş herkesi bir cepheye topluyor. O zaman için uzaylı kavramı bilinmediğinden “iblisler” olarak adlandırılıyor saldırganlar. İyi kovboylar, haydutlar, kızılderililer hepsi aynı cephede birleşiyor ve savaşıyor ortak düşmana karşı. 11 Eylül metaforları bitecek gibi gözükmüyor, dış dünyadan gelen teröristlere karşı “hep birlikte başarabiliriz” nutukları ile başlayan birleşme ve savaş ikinci bölümü kapsıyor.

SON 25 YILIN EN İYİ 25 FİLMİ





1.   Yüzüklerin Efendisi Trilojisi- Lord Of The Rings (2001-2003)
2.   Ucuz Roman-Pulp Fiction (1994)
3.   Er Ryan’i Kurtarmak-Saving Private Ryan(1998)
4.   Titanic (1997)
5.   Matrix (1999)
6.   Leon (1994)
7.   Kuzuların Sessizliği-The Silence Of The Lamps (1991)
8.   Dövüş Kulübü-The Fight Club (1998)
9.   Büyük Lebowski-Big Lebowski (1997)
10. Yedi-Seven (1996)
11. Affedilmeyen-The Unforgiven (1992)
12. Oyuncak Hikayesi 3-Toy Story 3 (2010)
13. Anayurt Oteli (1987)
14. Cesur Yürek-Braveheart (1994)
15. Avatar (2009)
16. Amerikan Güzeli-American Beauty (1998)
17. Saklı-Caché (2001)
18. Gece Şövalyesi- The Dark Night (2008)
19. Eşkiya (1996)
20. Paramparça Aşklar ve Köpekler-Amores Perros (2002)
21. Mullholland Çıkmazı-The Mullholland Drive (2001)
22. Kırmızı Değirmen-Moulin Rouge (2001)
23. Shrek  (2010)
24. Dogville (2003)
25.  V-V For Vendetta (2006)

Zaman sayacının hızlı akışı insana her şeyi unutturabiliyor. Buna filmlerde dahil şüphesiz. Hangi filmi, hangi yıl izlediğimizi çoğu kez unutuyoruz. Hafızanın bu acımasızlığına karşın alabileceğimiz en büyük önlem zamanı bölmek, filmleri içine yerleştirmek olabilir. 25 yıl kısa bir süreç değil bu kadar filmi anımsamak, içlerinden en iyilerini seçmeye çalışmak zor ve bir o kadar da olabilecek haksızlıklara açık bir çaba. Nasıl olur da “Sıkı Dostlar- Goodfellas” veya “Bir Rüya İçin Ağıt-Requıem For A Dream” böyle bir sıralamaya girmez. “Big Blue-Derinlik Sarhoşluğu” unutulmuş olabilir mi ? “Inception-Başlangıç” nerede ? Pes doğrusu “Danny Darko” bile yok. Geleceğe ışık tutan, kilometre taşı olabilecek filmleri seçtim ve arka arkaya sıraladım. “Yedi-Seven”nin karanlık atmosferinin, gizemli entrikasının bir çok polisiye gerilim için veya “Kırmızı Değirmen-Moulin Rouge” nin müzikal bir film için yakaladığı yaratıcılığı ve tutku sonraki yıllarda bir çok filme  referans olduğu tartışılmaz. Duyduğum tüm itiraz sesleri sesler mantığımı ve duygularımı yıprattı, son kertede olan bir liste olmayandan daha iyidir dedim ve “gönder” tuşuna bastım. Sıralamanın bir podyum sıralaması olmadığını birincinin en iyisi olmadığını da belirtmek istiyorum.  

EN BÜYÜK AMERİKAN KAHRAMANI



İLK YENİLMEZ:KAPTAN AMERİKA
YÖNETMEN:JOE JOHNSTON
OYUNCULAR: CHRİS EVANS, HUGO WEAVING, TOMMY LEE JONES, HAYLEY ATWELL.
          
Amerika en çetrefil zamanlarda fantastik süper kahramanlar çıkararak halkın moralini yükseltmeye, şovenizmi pompalamaya çalışan bir ülke. 1930 yılındaki ekonomik krizden  başlayarak,  İkinci Dünya Savaşı süresince yaklaşık 160 kadar çizgi roman kahramanı yaratılmış Kuzey Amerika’da. Önce “Superman” gelmiş arkasından gelen “Batman”, “Kaptan Amerika”, “Yeşil Fener” gibi süper kahramanların yıllık getirisi toplamda 300 milyon gibi müthiş bir rakama ulaşmış. Birçok yayınevi arasından başlangıçtan itibaren kapışan DC Comics ve Marvel kazançtan aslan payını alırlar. Her ikisi şimdi mücadelerini beyaz perde de sürdürüyor. Bunların içinde kulağa en milliyetçi gelen “Kaptan Amerika” şanına uygun olarak vatanseverlik duygularını körükleyen, her dönemin süper bir kahramanı oldu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazileri temsil eden Kızıl Kelle’ye  karşı savaşan Kaptan Amerika soğuk savaş yıllarında Komünistlere karşı savaşır. Hatta Kızıl Kelle bile aniden komünist bile dönüşür. Vietnam Savaşında bile bir arkadaşını esirlikten kurtarmışlığı var Kaptanın. 11 Eylül sonrasında bu kez Arap kökenli teröristler yeni düşmanları olur. Her zaman Amerika’nın menfaatleri için iş başındadır Kaptan.
    

MAYMUNLAR CEHENNEMİ’NE YENİ YORUM

 

MAYMUNLAR CEHENNEMİ:BAŞLANGIÇ-RISE OF THE PLANET OF THE APES

Yönetmen: Rupert Wyatt
Senaryo: Rick Jaffa,Amanda Silver
Oyuncular: James Franco, Andy Serkis,Freida Pinto,John Litgow.
                                             
“Siz manyaklar sonunda yaptınız! Onu yok ettiniz! Siz hepiniz cehennemliksiniz!...” sinemanın en ünlü repliklerinden birisidir. 1968 yapımı ilk “Maymunlar Cehennemi-Planet of the Apes”nin finalinde nükleer savaş sonunda yıkılmış Özgürlük Heykeli ve medeniyet karşısında astronot George Taylor’ı canlandıran Charlton Heston hayal kırıklığını dudaklarından dökülen bu sözler ile ifade ederken, film boyu farklı bir gezegen olduğunu düşünen seyirciyi de şoke ediyordu. Fransız yazar Pierre Boulle’un yazdığı Maymunlar Gezegeni’nden yapılan uyarlama, 1968-1973 yılları arası çevrilen beş film ile sinemanın en sevilen bilimkurgu serilerinden birisi oluyordu. İlk film çok uzun bir uzay yolculuğundan uyanarak bilmedikleri bir gezegene zorunlu bir iniş yapan astronot ekibinin, ileri medeniyet seviyesinde yaşayan maymun ve onlara kölelik yapan insan topluluğu ile karşılaşmasıyla başlar. Astronotlardan Taylor, insan avcısı maymunlar tarafından tutuklanarak deneylerde kullanılmak üzere kafese kapatılır. Araştırmacı maymun doktor Zaius yeni tutuklunun “maymunlar kadar zeki” olduğunu anlamasından sonra onu özel koruma altına alır. Finalde kaçmayı başaran Taylor, başka bir gezegen sandığı yerin gerçekte nükleer savaş sonrası yıkılmış dünya olduğunu anlar ve yukarıdaki sözleri haykırır. Soğuk savaş dönemini tanımlayan nükleer savaş tehlikesinin, insanlar için nasıl bir son hazırladığının altını çizen bu çarpıcı final aynı zamanda insanların “öteki” yi anlamasını da alt metin olarak sunuyordu. Kendisini en zeki canlı olarak gören insan küçümsediği diğer canlılarında gelişip uygarlık olabileceğine tanıklık ediyordu. Hem de köleleşerek. Öykü ırkçılıkla ilgili maymunların siyah ırkı, insanların da beyaz ırkı temsil ettiği şeklindeki alegorik kodlamalara da sahipti. Bize cins olarak yakın olan maymunun iktidarımızı tehdit eden canlılar olduğu 2011 yapımı son “Maymunlar Cehennemi:Başlangıç” da bir kez daha işleniyor. Ormanların derinliklerinden toplanan maymunlar bu kez Alzheimer için bulunmaya çalışılan bir ilacın denekleri oluyor. İlaç denek maymunlardan Ceesar’da zeka gelişmesi ve insana yakın bir davranış modeli ortaya çıkarıyor.Projenin başındaki Will Rodman olumlu sonuçlardan cesaret alarak ilacı Alzheimer hastası babasına uygular. Her şey başlangıçta olumlu seyreder baba dinamik ve bilinçli bir yaşama döner. Bir süre sonra ilacın yan etkileri ortaya çıkmaya başlar.

IRAK’TA SÜREN KİRLİ SAVAŞ


TEHLİKELİ YOL-IRISH ROUTE
YÖNETMEN:KEN LOACH
SENARYO: PAUL LAVERTY
OYUNCULAR:MARK WOMACK, ANDREA LOWE, JOHN BISHOP.

Artık devir Irak savaşı ile yüzleşme devri. Buradaki savaşın kirli yüzünü, sivilleri hedef alan şiddeti tüm insanlığın öğrenmesi gerekiyor. Buradan çıkarılacak Vietnam türü, kahramanlığa soyunmuş epik, içi boş ulusalcı öyküler yok. Teknolojinin en son silahları ile olmayan bir orduya karşı sürdürülen kontrolsüz bir şiddet var. İnsanlar şüpheli olabilecekleri için veya birisinin hoşuna gitmediği için sorgusuz, sualsiz öldürülüyor. Paralı askerler tarafından “havlu kafalılar” olarak isimlendirilmiş yerel halk sorgusuz, sualsiz vurulabiliyor. Kafası bozulmuş, sadist ruhlu bir asker rahatlamak için bir masumun kafasına sıkabiliyor. Geceleri evler basılıyor, insanlar dövülüyor, tecavüz ediliyor, direnenler öldürülüyor. Bu kez bu kirli savaşın, tüm pisliğine İngiliz yönetmen Ken Loach el atmış.

ON ALTI YAŞINDA VE ÇOK TEHLİKELİ

HANNA

YÖNETMEN:JOE WRIGHT

OYUNCULAR: SAOIRSE RONAN, ERIC BANA, CATE BLANCHETT               


“Hanna” aksiyonu on altı yaşında bir kız çocuğunun hayalleri ile harmanlayan tuhaf bir film. Profesyonel katil gibi eğitilmiş olan, ergenlik yaşındaki Hanna, soğukkanlılıkla geçmişte yarım kalmış bir hesaplaşmanın izini sürüyor. Hayallerini ise Grimm Kardeşlerin masal kitabından hafızasına kazınmış, Hansel ve Gretel’in şeker evi süslüyor. Bu sıra dışı öykünün, en çarpıcı yönü ise yönetmen Joe Wright’ın anlatımda kullandığı sinema dili. Aksiyon klişelerinin dışında kalan masalımsı, naif bir atmosfer yaratıyor. Hanna ne kadar dünya dışı gözüküyorsa, kötüler de o denli masal dünyasından fırlamış karikatür karakterler gibi yansıyorlar perdeye. Wright gerçek dünyada geçen öyküsünde, bir masalın görsel ve şematik yapısını kullanıyor.  

X-MEN : GEÇMİŞİN İZİNDE


Hollywood tekrar filmlerinden hiç bıkmayacak gibi duruyor. Nasıl bıksın en kötüsü bile parasını çıkarıyor. Sinema endüstrisinin kuralları içinde her birisi diğerinden daha farklı gibi sunulan fakat sonuçta aynı olan bir ürün karşımızda : “X-Men: Birinci Sınıf”. Hikayeler bir noktaya geldikten sonra tekrar başa dönülerek geçmişi eşelenen kahraman filmlerinden “X-Men:Birinci Sınıf”.Mutantların nasıl seçildiği ve okul yılları büyük bir nostalji ile anlatılıyor. Nostaljinin arka perdesinde ise gerçek tarihi olaylar var. Altmışlı yıllar, Amerika ve Rusya arasında soğuk savaş dönemi,  Küba krizi… Siyah beyaz televizyon ekranından J.F.Kennedy’nin arşivden konuşmaları ile öykü inandırıcı kılınmaya çalışılıyor. Burada inandırıcılığın ötesinde olan tek olay mutantların tarihi değiştiren karakterler olması. Bu tür fantastik hikayelerde gerçeğin bu denli manipüle edilmesi insanın içini burkuyor doğrusu.

HAYALİ AŞKLAR

2009 yılında üzerinde en fazla konuşulan filmlerinden birisi “Annemi Öldürdüm-J’ai Tué Ma Mére”olmuştu. Başta Cannes olmak üzere katıldığı festivallerde tam tamına 22 ödül kazanmış, adı gibi aykırı, Fransız Yeni Dalgası veya yetmişli yılların New York çıkışlı, yeraltı sinemasının etkilerini taşıyan bir film.
 
21 yaşındaki yönetmen ve başrol oyuncusu Kanadalı Xavier Dolan biriktirdiği paralar ile çevirdiği bu ilk filmden sonra “Hayali Aşklar-Les Amours Imaginaires” ile ilkinde olduğu gibi yarı otobiyografik anlatımlarını sürdürüyor. İlk filmine oranla ışık/filtre oyunları, yavaş çekimler, iyi bir müzik desteği gibi daha renkli bir stil arayışı dikkati çekiyor. Öykünün akışı konuyu destekleyen röportajlar ile kırılırken Dolan’ın ilk filminde de kurguladığı eklektik yapı, yer yer belgeseli anımsatıyor.

BURJUVALARIN YALAN İLİŞKİLERİ





KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR-LES PETITS MOUCHOIRS
YÖNETMEN : GUILLOME CANET
OYUNCULAR: MARİON COTİLLARD, FRANÇOIS CLUZET, BENOIT MEGIMEL, GILLES LELLOUCHE         

Küçük Beyaz Yalanlar-Les Petits Mouchoirs” her çağdaş kentte, örneğine rastlayabileceğimiz bir arkadaş grubunun, kendi içindeki yüzleşmesini, samimiyet örtüsü altındaki samimiyetsizliğini hoş bir üslupta anlatıyor. Guillome Canet senaryosunu da yazdığı filmde komik durumlardan gözyaşı akıtan olaylara geçiş yaparken, karakterlerinin yüzeysel mutluluklarının altında saklı yalnız kalma korkularını işliyor. Önce evrensel dediğimiz, bu arkadaş gruplarının dinamiklerine bir bakış atalım. Büyük kentlerde yaşayan, hali vakti yerinde çiftlerden oluşan bu arkadaş toplulukları genelde değişmez kadro birlikte gezer, tozarlar;  eğlenceyi, yemeyi, içmeyi çok severler. Hafta sonlarında mutlaka toplanılır, kafalar çekilir, biraz çakır keyif olunduktan sonra belden aşağı espriler,

PEKİ YA SONRA NE OLACAK ?







MUTLULUĞUN PEŞİNDE-RABBIT HOLE



YÖNETMEN: JAMES CAMERON MITCHELL
OYUNCULAR:NİCOLE KİDMAN, AARON ECKHART, DİANNE WEST.

Evlat acısının geride kalanlar üzerine yaşattığı travma ve yıkım bir çok filme konu oldu. “Mutluluk Peşinde –Rabbit Hole” bu tarifsiz acının peşine düşüp geride kalanların, bununla nasıl baş etmeye çalıştıklarını anlatıyor. Terapi gruplarına katılmak, onun odasını olduğu gibi muhafaza etmek, dine dönmek veya tersi isyan etmek, evi değiştirmek gibi ne olursa olsun hiçbir şey acıyı dindirmeye gücü yetmiyor. Ebeveynler arasındaki duygu kaybı, acıyı içinde yaşamak isteği, yalnızlığı ve şefkatsizliği arttırırken, normal yaşamın birçok standartları onlara batmaya başlıyor. “Mutluluğun Peşinde” tam bu evrede yaşananları, hissedilenleri yansıtmaya çalışıyor. David Lindsay Abaire’in Pulitzer ödüllü tiyatro oyunundan yine onun senaryosu ile sinemaya uyarlanırken, yönetmen koltuğunda bağımsız sinemadan gelen yetenekli James Cameron Mitchell var. Acılı anne Becca’yı oynayan Nicole Kidman, soğuk güzelliği ile içinde kopan fırtınaları ve boşluğu ustaca gizlediği bir karakteri canlandırıyor.

ŞİDDETİN DEĞİŞMEYEN YÜZÜ



DAHA İYİ BİR DÜNYADA-HAEVNEN

Yönetmen : Susanne Bier

Senaryo: Anders Thomas Jensen

Oyuncular: Mikael Persbrandt, Tyrine Dyrholm, Ulrich Thomsen 

“Daha İyi Bir Dünyada-Haevnen” şiddeti farklı boyutlarda inceleyen çok yönlü bir film. Şiddet, aile bağları, intikam, hoş görü, medeniyet ve ilkellik konu içine serpiştirilmiş temalar.  Geçmişe bakacak olursak Yabancı Dilde En İyi Film Oscarlarının çoğunlukla hakkaniyetli dağıtıldığını görürüz, Altın Küre kazandıktan sonra Oscar’da Danimarka yapımı “Haevnen” bu yıl herkesin favorisi Inaratu’nun “Biutiful”ını geride bırakırken çoğunluğu şaşırtmıştı. İzledikten sonra bu ödülü neden hak ettiği anlaşılıyor.  Anders Thomas Jensen’in yazdığı senaryodan yola çıkan  yönetmen Susanne Bier paralel kurgular ile Afrika ve Danimarka’dan anlattığı öyküde meselenin özüne iniyor. Şiddetin özünün gelişmişlik veya geri kalmışlıkla değişmediğini, sadece uygulama şeklinin değiştiğini vurguluyor. İnsan şiddetten ne kadar uzak durmaya çalışsa da eninde sonunda kaçamayacağını gösteriyor. Bunun insanın özünde değişmez bir yapı taşı olduğunun altını çiziyor. Bir yerde şiddete başvurmadan kötülüğün cezalandırılmayacağını da, barışçıl tutumundan ödün vermek pahasına da olsa, gösteriyor. İntikam duygusunu ise şiddetin zirve yaptığı nokta olarak yorumluyor.     

SIDNEY LUMET : HOLLYWOOD'U VE İKTİDARI HİÇ SEVEMEDİ


 O Hollywood’u , Hollywood onu sevemedi. Yönettiği 46 sinema filminin hiç birisini düşler fabrikasında üretmedi, doğduğu New York’ta yaşadı ve filmlerini orada çevirdi. Ve orada 84 yaşında ebediyete kavuştu. Üretken kariyerinde dört kez yönetmen, bir kez ise uyarlama senaryo Oscar’ına aday gösterildi, hiç birisinde kazanamadı. 2005’de tüm kariyeri için Yaşam Boyu Başarı Oscar’ına layık görüldü.

Televizyon için yaptığı film ve diziler ile birlikte toplamda yetmişi aşkın bir külliyat onun sinema tutkusunun en güzel kanıtıdır.  “New York dünyanın en enerji dolu kentidir. Orada film çevirirken dev bir kapak üzerinde oturuyormuş ve her an uçarak gökyüzünü delecekmiş duygusuna sahip oluyorum ve bu enerjiyi her defasında perdeye yansıtıyorum” diyor Lumet, vazgeçemediği kent için.

Hollywood yönetmenlerini kusursuzluğun peşinde koşan teknisyenler olarak tanımlayan usta, filmlerinde genellikle iktidarı ve iktidarın kötüye kullanımını anlatırken, buna ortak veya kurban insanların kaderini mükemmel karakterler ile betimledi. Oyuncuları ile çekimden haftalar önce bir araya gelip tüm senaryoyu bir kez oynayan Lumet, onlara tanıdığı özgürlük ile en iyi performansları almayı başardı. Sıradan ve abartısız oyunculukları severdi. Kendisi Oscar’ı alamadı fakat

YAŞAM ŞİFRESİ - SOURCE CODE

Tekrar Tekrar Yaşanan Son Sekiz Dakika

Yaşamın Şifresi” bir patlamadan önceki son 8 dakikaya tekrar tekrar dönerek, treni havaya uçuran bombacıyı yakalama emri almış Yüzbaşı Colter’un mücadelesini anlatırken gerilim, felsefe, kuantum fiziği, politika ve duygu arasında köprü kurmayı başarı ile gerçekleştiriyor.
 
Teröristin bulunması için aynı tren vagonuna, aynı zaman birimine geriye dönüşlerde aksamayan ve düşmeyen tempo kadar olayın kahramanı Colter’un, içinde bulunduğu durumu seyirci ile birlikte algılaması, her iki tarafı da bombacı kim sorusuna ortak yapıyor. Bu durumda karmaşık senaryoların olası mantık boşluklarını aramak yerine, öykünün içine girmek, kahraman ile özdeşleşmek, bombacının peşine düşmek seyirci de tatmin duygusunu arttırıyor. Senaryonun yaratıcılığı kadar kurgunun aksamadan yaptığı geçişler aksiyon ve gerilimi baştan sona canlı tutuyor. 

40 MUHTEŞEM FİLM POSTERİ


37- Gone With The Wind (1939)


Filmin Konusu:

Vivien Leigh tarafından canlandırılan, ateşli ve bencil tabiatlı yarı İrlandalı güneyli güzel Scarlett O'Hara, Leslie Howard'ın oynadığı centilmen Ashley Wilkes'i sevmektedir. Ashley de onu sever.

Clark Gable'ın incelikli ve doğal bir oyunculukla hayat verdiği, kendini beğenmiş, asi, fırsat düşkünü Rhett Butler da Scarlett'a âşıktır. Ashley, kibar kuzini Melanie (Olivia de Havilland) ile evlenir, çünkü Scarlet'ın tutkulu karakterine karşılık, Melanie ile ortak huzurlu, sakin karakterlerinin çok daha iyi bir evliliğe yol açacağını düşünmektedir.

Bu arada Rhett ve Scarlett ilk karşılaştıklarında aralarında bir elektriklenme olur ve bu Scarlett'ın ilk iki evliliği boyunca da sürer. Scarlett ve Rhett nihayet evlenirlerse de güzel kadın hâlâ sevdiği Ashley'in özlemini çekmektedir.

Bu trajik aşk dörtgeninin fonunda, kuzey-güney savaşı ve güneyin yeniden yapılandırılması, Atlanta'nın yanışı, yaralı güney eyaletleri federasyonu üyeleri ile dolu tarlalar da kullanılıyor. Titizlikle hazırlanmış sahneler, muhteşem gün batımı görüntüleri ve silüetler, görüntü kadar dramatik ve romantik müzik, trajik savaşı somut hale getirmek için kullanılan güney halk şarkıları, yoğun bir nostalji havası, nükteli diyaloglarla Rüzgar Gibi Geçti, sinema tarihinde bugüne kadar çekilmiş en büyük epik dramlardan biridir... Belki de en iyisidir...


Ve diğerleri...

DÜNYA SİNEMASININ EN İYİ 50 FİLMİ


Bir sinema tutkununa ‘en sevdiği filmin hangisi’ olduğu sorulmayacak, tek sorudur. Aklına bir anda düşen filmlerden hangisini daha çok sevdiğine karar veremez. Birini söylerken diğerine ihanet ediyormuş gibi hisseder. O zaman soru ‘en güzel veya en iyi film var mıdır ?  şeklinde değiştirilebilir.

Her film izleyicisi ile mahrem bir bağ kurar. Hissettirmek istedikleri ve hissettirdikleri, düşündürmek istedikleri ve düşündürdükleri, farklı, bir o kadar kişisel, iz düşümler içindedir. Yaşanmış olanlar, düşünülmüş olanlar, hissedilmiş olanlar hepsi bir anda saniyede 24 kare hızında akan resimlere bağlanır. Film bitiminde bazı filmleri alır birlikte çıkarsınız, bir kısmını orada salonda bırakırsınız. Bazılarını o gün, o gece, ertesi gün bir ertesi gün daha gözlerinizde, beyninizde taşır üzerinde düşünürsünüz. Üzerinizdeki duygu titreşimlerini sakinleştirdikten sonra ‘iyi filmmiş’ dersiniz. Bazen çok düşünmeden, duygular sizi terk etmeden kararınızı verir, bir sonraki filme bakarsınız. Nereden bakarsak bakalım verilecek karar kişisel bir seçimdir.

Bir kez daha seyrederken eski bir dost ile karşılaşmanın mutluluğunu duyduğum filmlere sıkı sıkı sarılırım. Onları bırakmam, onlarla tekrar buluşmaktan büyük keyif alırım, onları yaşamımdaki diğer dostlarımla, oğlumla tanıştırır, kaynaştırırım.

Dünya sinemasından en iyi 50 filmi düşünürken bunlar aklımdan geçti. En iyisi içimden geldiği gibi hepsini dökeyim dedim. Dünyanın çeşitli köşelerinden gelen dostlarımla tanıştırayım sizleri. Birden başlayarak bir sıralama yapmak adil olmayacaktı, onları alfabetik olarak dizdim.
  • AMELİE (2000-Fransa)-Jean Pierre Jeunet-Marc Carro
  • ANNEM HAKKINDA HER ŞEY (1999-İspanya)-Pedro Almadovar
  • ANDREİ RUBLEV (1966-Rusya)-Tarkovski
  • AMARCORD (1973-italya)-Federico Fellini
  • AŞK ZAMANI (2000-Honk Kong)- Wang Kar Wai
  • BARBARLARIN İSTİLASI (2003-Kanada)-Deny Arcand
  • BAŞKALARININ HAYATI (2006)-Florian Henckel von Deckenmarck
  • BİSİKLET HIRSIZLARI (1948-İtalya)-Victoria DeSica
  • BİR ERKEK VE BİR KADIN (1966-Fransa)-Claude Lelouche  
  • BURJUVAZİNİN GİZEMLİ ÇEKİCİLİĞİ (1972-Fransa)-Luis Bunuel
  • CENNET SİNEMASI (1988-İtalya)-Guiseppe Tornatore
  • DOGVİLLE (2000-Danimarka)-Lars Von Trier
  • ELVEDA LENİN (2003-Almanya)-Wolfgang Becker
  • DAS BOOT (1990-Almanya)-Wolfgang Peterson
  • DEHŞET YOLCULARI (1953-Fransa)- Henri George-Clouzot
  • DÖRT YÜZ DARBE (1959-Fransa)-François Truffaut
  • DUVARA KARŞI (2004-Almanya)- Fatih Akın
  • GEL VE GÖR (1985-Rusya)-Elem Klimov
  • GÜNDÜZ GÜZELİ (1967-Fransa)-Luis Bunuel
  • KAPLAN VE EJDERHA-(2000-Çin)-Ang Lee
  • KONUŞ ONUNLA (2002-ispanya)-Pedro Almadovar
  • HARD BOİLED (1992-Honk Kong)-John Woo
  • NEFES NEFESE (1960-Fransa)-Jean Luc Godard
  • METROPOLİS (1927-Almanya)-Fritz Lang
  • MÖSYÖ HULOT’NUN TATİLİ (1953-Fransa)-Jacques Tati
  • PAN’IN LABİRENTİ (2006-İspanya)-Guillermo Del Toro
  • PERSEPOLİS (2007-Fransa)- Vincent Parranaud
  • PERSONA (1966-İsveç)-İngmar Bergman
  • POTİEMKİN ZIRHLISI (1925-Rusya)-Sergey Eisenstein
  • PROTESTO (1995-Fransa)-Mathieu Kassovitz
  • RAN (1985-Japonya)-Akira Kurosava
  • RASHOMON (1950-Japonya)-Akira Kurosava
  • ROMA AÇIK ŞEHİR (1945-İtalya)-Roberto Rosselini
  • RUHLARIN KAÇIŞI(2001-Japonya)-Hayao Miyazaki
  • SEKİZ BUÇUK (1963-İtalya)-Federico Fellini
  • SUDAKİ BIÇAK (1962-Polonya)-Roman Polanski
  • SOLARİS (1972-Rusya)-Andrei Tarkovski
  • SIKI KONTROL EDİLEN TRENLER (1966-Çekoslovakya)- Jiri Menzel
  • SAMURAY (1960-Fransa)-Jean Pierre Melville
  • SAKLI (2005-Avusturya)-Michael Haneke
  • ŞARKÜTERİ (1991-Fransa)-Jean Pierre Jeunet-Marc Carro
  • TATLI HAYAT (1960-İtalya)-Federico Fellini
  • TANRI KENT (2002-Brezilya)-Roberto Mairelles
  • TRANSPOTTİNG (1996-İngiltere)-Danny Boyle
  • YAŞAM GÜZELDİR-(İtalya)-Roberto Benigni
  • ÜÇ RENK : MAVİ,BEYAZ,KIRMIZI ÜÇLEME (1993-94 Polonya)-Krzysztoph Kieslowski
  • VENEDİK’TE ÖLÜM (1971-İtalya)-Lucinho Visconti
  • YOL (1981-Türkiye)-Yılmaz Güney
  • YEDİ SAMURAY (1954-Japonya)-Akira Kurosava     
  • YEDİNCİ MÜHÜR (1957-İsveç)-İngmar Bergman
  • Z (1969-Fransa)-Costa Gavras
  • ZORBA-(1964-İngiltere/Yunanistan)-Mihalis Karoyannis