yazarlar


Luis Buñuel

GERÇEKÜSTÜNÜN GİZEMLİ ÇEKİCİLİĞİ 

Sinemanın peygamberlerinin sayısı azdır. Bunların içinde İspanyalı Bunuel’den daha güçlüsü yoktur’. Luis Bunuel için söylenmiş bu övücü sözün sahibi İngiliz yönetmen Tony Richardson’dır. Sinema peygamberi olmak için neler yapılır? Sadece film yönetmek böyle bir tanımlamanın içini doldurabilir mi? Tabi ki hayır, o düşünceleri, yaşam tarzı, taviz vermediği kuralları ile takdir edilen bir insan oldu. Onun ‘Bin dolara yapmayacağım bir filmi bir milyon dolara hiç yapmam’ sinema duruşunu en iyi tanımlayan tümcesi oldu. Dolu dolu geçmiş bir yaşamı şöyle bir anımsayalım.

Bunuel 1900’de Calanda’da doğar. Madrid Üniversitesinde önce Antomoloji (böcek bilim), sonra tarih ve felsefe okudu. Zengin bir aileye ait olmanın rahatlığıyla gençlik yıllarını maddi sorun yaşamadan geçirdi. Üniversite öncesi gönderildiği Cizvit okulu onun ileri yıllarda din karşıtı, ateist bir insan olmasının en büyük nedeni olur.

Madrid yıllarında ünlü sanatçılar arasına girdi. Bunların içinde onu gelecekte çok etkileyecek Salvatore Dali ve şair Federico Garcia Lorca gibi sanatçılar da vardır. Onlarla olan dostluğu onun sonsuz düşler dünyasını daha bir canlandırıyordu. Otobiyografik kitabı ‘Son Nefesim’de düşler için şöyle der: ’Eğer bana yirmi yıllık ömrün kaldı, bu günlerin her birinin yirmi dört saatinde ne yapmayı istersin diye sorulsaydı şöyle yanıtlardım: Bana gerçek yaşamdan iki, düşlerden de yeniden anımsayabilmem koşuluyla yirmi iki saat verin… Çünkü düş ancak kendini besleyen bellekle yaşar’. Öğrenim sonrası gittiği Paris, özgürlüğü ve cüretkarlığı ile onu şaşırtır. O günlerde gerçeküstücülük akımı en deli, en yaratıcı günlerini yaşıyordu. Andre Breton, Max Ernst gibi sanatçıların önderliğinde kendini bir sanat akımından çok devrimci bir hareket olarak görüyordu. Eskimiş olan tüm değerleri toptan reddederken bilincin ortaya koyduğu tüm engelleri kaldırmak için Freud yöntemleri ile şiir ve resmi bir araç olarak kullanan gerçeküstücüler zaman zaman alay etme, rezalet çıkarma, adam dövme gibi eylemler ile toplum karşısına çıkıyorlardı. Nesnel gerçekliği yıkmak için gerçeküstücü nesneler yaratılıyordu. Sınırları yıkmak isteyen bu akımın zamanla eski sanat eserlerine yenilerini katmak dışı bir işlevi olmadığı anlaşıldı. Bunuel de gerçeküstü akımından yola çıkmasına karşın sosyal konuları tüm doğallığı içinde işleyen, din ve kiliseyi yeren bir çok film yaptı.
ENDÜLÜS KÖPEĞİ ve ALTIN ÇAĞ1929’da kendisinin ve Dali’nin bir rüyasından yola çıkarak çevirdiği sessiz ve siyah-beyaz ‘Endülüs Köpeği-Un Chien Andalou’ gerçeküstü akımın ilk sinema ürünü olur. Bunuel rüyasında ayı kesen ince uzun bir bulut ve gözü yaran bir ustura, Dali ise karıncalar ile dolu bir el görür. Bu iki rüyadan yola çıkarak bir haftadan kısa sürede yazılan senaryoda temel kural psikolojik, kültürel ve mantıksal hiçbir açıklamaya meydan bırakmayacak bilinç dışı, şaşırtıcı her düşünce ve görüntüye açık olmak. Film muhafazakar kesimden gördüğü tepkilere, tehditlere rağmen umulmadık bir başarı kazanır. Her şeye rağmen film yasaklanmaz ve sekiz ay süre ile afişte kalır.

Bunuel’in ikinci filmi olan ‘Altın Çağ-L’Age D’Or’ daha büyük tepkilere yol açar. Sesli olarak çevrilen filmde gerçeküstü temalara müzik ve sözün desteğinin sağlanması filmin gücünü arttırır. Bu kez senaryo aşamasında Dali ile yolları ayrılır. Tema olarak olayların ters akışı sonucu bir türlü birleşemeyen genç bir erkek ve kadının hikayesini anlatır. Gerçeküstücülük akımının kurallarına sadık kalarak geleneklere, kiliseye, uygarlığa tüm gücüyle saldıran bir film olur. Sağ basın ve sağcı gençlik örgütleri filmin gösterildiği sinemayı yağmalar, perdeye bomba bile atılır. Bir hafta sonra film emniyet tarafından kamu düzenini korumak adına yasaklanır. Tüm kopyaları yok edilir. Bu yasak yaklaşık elli yıl sürdükten sonra 1980’de New York’ta tekrar gösterilir. Filmin bugün birisi Paris ve diğeri Londra olmak üzere sadece iki kopyası mevcuttur. Kopan tüm bu gürültüler Hollywood’un dikkatini Bunuel üzerine toplar.

Gerçeküstücülüğün en çoşkulu dönemleri üç yıldan biraz fazla sürer. Bunuel bu dönemi sonraki yıllarında ‘Bilince, aykırılığa, anlaşılmazlığa ve iç benliğimizden gelen tüm eğilimlere bir çağrıydı. Öyle bir çağrı ki, ilk kez böylesine güç ve cesaretle her yerde yankılar uyandırıyordu. Bize kötü görünen her şeye karşı verdiğimiz mücadelede az rastlanır bir karşı çıkış, güçlü bir direnmeyle varlığını sürdürüyor ve bir oyun tadı veriyordu’ sözleriyle tanımlar. Bu dönem onun içinde varlığını tüm yaşamı boyunca sürdürür ve her filmde kendisini hissettirir.

Hollywood kurallarının kendisiyle uyuşmayacağını düşünen Bunuel MGM stüdyolarının film teklifini kabul etmez. MGM onu kazanmaya kararlıdır. Danışman olarak iyi bir ücret karşılığı stüdyolarda incelemeler yapması için onunla altı aylığına anlaşır. Üç ay sonunda hesaplarını kapatır ve Paris’e geri döner. Dönüş sonrası gerçeküstücüler ile bağlarını koparır ve bağımsızlığı seçer. İspanya’daki Les Hurdes adlı dağlık bölge üzerine okuduğu bir araştırma kitabı ilgisini çeker ve içinde belgesel bir film çekme isteği uyanır. Ramon Acin adında eski bir anarşistin piyangodan kazanıp kendisine bu belgesel için verdiği yirmi bin peseta ile Les Hurdes dağlarında bir ay süre ile Ekmeksiz Topraklar’ı çekti. Bazı köylerinde ekmeğin bile olmadığı bu yoksul topraklardan çok etkilendi, filmin kurgusunu bir yemek masası üzerinde tek başına, beş parasız yaptı. Film bir nevi taş devri yaşayan vatandaşlarını gösterip İspanya’yı küçük düşürdüğü iddiası ile hükümet tarafından yasaklanır.

MEKSİKA YILLARI

İspanya İç Savaşı sonunda çeşitli sınıflardan gelen pek çok Cumhuriyetçi İspanyol gibi Bunuel de kendisine sürgün yeri olarak Meksika’yı seçer. 1946-1964 yılları arasında çevirdiği otuz iki filmin yirmisini Meksika’da gerçekleştirir. Bunlar kısıtlı bütçeler, 18 ile 24 gün gibi kısa sürelerde çekilen filmler olur. Bunuel tüm kariyeri boyunca hızlı çalışan, önceden tüm filmi kare kare düşünmüş bir yönetmen oldu. Kurgu için ise üç, dört gün ona hep yetti. On beş yıl gibi uzun bir aradan sonra yapımcı Oscar Daneigers ile yaptığı ilk film şarkılı, tangolu ‘Gran Casino’ olur.

Bunu yine ticari bir film olan ‘El Gran Cavalero’ izler. Sonrasında çevirdiği Los Olvidados-Unutulmuşlar bir kez daha Bunuel’in filmleri üzerine olan tartışmaları alevlendirir. Yoksul bir ortamın ortasında doğmuş bir çocuk çetesinin birbirleri ve çevreleri ile olan savaşını anlatan film acıları ve toplumsal sorunları şiirsel bir uslup içinde anlatıyordu. Filmin Meksika’yı küçük düşürdüğü iddia edildi. Bunuel’e yöneltilen sert tepkiler Cannes’da filmin kazandığı en iyi yönetmen ve görüntü ödülleri sonrası kesilir. Film Meksika’da bir kez daha gösterime girer. Arkadan gelen ticari başarıyı hedefleyen ‘Sokak Kızı Suzanna-Susana la Perversa’, ‘Gökyüzüne Çıkış-Subida al Cielo’, ‘El-Cinnet’, ‘Vahşi Adam’ gibi filmler Bunuel’in yapmak istediği sinemanın sadece esintilerini taşır fakat sonuçta hepsi Meksika tipi filmler olur. Birçok sıradan ara filmden sonra İngiliz sermayesi ile Robinson Crusoe’u çeker. Öncesinde sadece ticari bir film gibi gözüken Crusoe her alanda büyük başarı kazanır. Eleştirmenler yalnızlığın insanın iç dünyasında yarattığı yıkımı ve gücüyle bunları aşabilmesini mükemmel aktaran Bunuel’i yere göğe sığdırmazlar. Emily Bronte’nin romanı ‘Tutku Uçurumu-Abismos de Passion’ yönetmenliğinin ilk yıllarından itibaren düşündüğü fakat yapımcı bulamadığı için çeviremediği bir projedir . Yirmi dört yıl sonra Daneigers’in teklifiyle eski heyecanını kaybetmiş olmasına karşın senaryoda önemli bir değişiklik yapmadan çeker. Aşkı, çılgın bir aşkı her şeyin üstünde tutan iki sevgiliyi anlatan öyküyü Bronte’nin ruhuna sadık, aşkı yücelten bir anlatımla perdeye yansıtır. Meksika yıllarının en önemli filmlerinden olan ‘Nazarin’ (1958) gördüğü ilgiye karşın çoğunlukla yanlış yorumlanmış bir film olarak tarihe geçer. Bir papaz, bir fahişe ve isterik bir kadın arasında geçen öyküde, papaz her iki kadını da doğru yolu bulmaları için tutkularından vazgeçirmeye çalışır. Film Katolik çevreler tarafından çok sevilir, övülür. Özünde Katolik dininin papazlardan temizlenip, gerçek hümanizmaya ve ateizme ulaşmasını hedefliyordu. ’Tanrı’ya şükür, Tanrıtanımazım’. Bunuel bu ünlü ironik deyişini dini bir öykü anlattığı çok filminde öyküye yedirerek, üstü kapalı –aynı ironik anlayış içinde- ancak iyi bir gözlemcinin ulaşabileceği bir sonuç olarak işledi.

1965’de çektiği ve bu yılki İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Simon Çöl Azizi-Simone del Desierto’ Suriye’de on dördüncü yüzyılda çölde bir sütun üzerinde kırk yıl dua etmiş, Tanrı’ya yalvarmış bir azizi anlatır. Finalde kendisini sürekli kandırmaya çalışan şeytanın peşine takılır ve New York’ta bir diskoda çılgınca eğlenir. Yapımcının parasının bitmesi sonucu sadece kırk iki dakika çekilen film bu haliyle bile Venedik’te beş ödül kazanır. Bu kadar ödülü başka hiçbir filmi kazanmaz. Meksika topraklarında çektiği son filmlerinden birisi olan ‘Ölüm Meleği-El Angel Exterminator’de (1962) çok sevdiği temalardan birisini işler: insanların çok istedikleri halde bir türlü gerçekleştiremedikleri arzuları. Bir grup insan tiyatro sonrası yemek için toplandıkları bir odadan bir türlü çıkamaz. Basit bir isteğin gerçekleşmemesinin anlaşılmazlığı. Bu temayı önceki ve sonraki filmlerinde farklı şekillerde işler. Burjuvazinin Gizli Çekiciliği’nde bir grup insan bir türlü yemek yiyemez, Arzunun Şu Karanlık Nesnesi’nde yaşlı adam çok istediği halde genç kız ile birlikte olamaz, Altın Çağ’da çok isteyen iki sevgili bir türlü sevişemez.
İSPANYA VE FRANSA YILLARI 1961 yılında Meksika’da yaşarken İspanya’dan gelen bir teklif üzerine Madrid’te ‘Viridiana’ı çeker. Meksika’da yaşayan sürgün İspanyol Cumhuriyetçilerin dönüşü nedeniyle kendisini hain ilan etmelerine karşın bu filmi yapar. Rahibe olmak isteyen genç bir kızla kötü niyetli amcasının hikayesini anlatan film hem Katolik kilisesi hem de Franco ve taraftarları tarafından lanetlendi. Film Cannes’da İspanya yapımı olarak Altın Palmiye kazanır. Film ülkesinde yasaklanırken İspanya adına yarışmasına izin veren sinema dairesi müdürü görevinden alınır.

1963 yılında Paris’te yapımcı Serge Silbermann ile tanışır ve ortak ilk filmleri baş rolde Jeanne Moreau’nun oynadığı ‘Bir Oda Hizmetçisinin Günlüğü-Journal d’une Femme de Chambre’ olur.Son dönem filmlerinin değişmez senaristi olan Jean Jacques Carriere ile de ilk filmi olur.1969 da uzun süredir tasarladığı Katolik dinindeki bağnazlık ve mezhep sapkınlıkları üzerine bir film olan ‘Samanyolu-La Voie Lactee’nu çeker. İsa’yı gülen, koşan, uyuyan normal bir insan gibi gösteren film bir kez daha ortalığı karıştırır. Nazarin filminden sonraki çelişkili tepkiler bir kez daha tekrarlanır. Filmin Katolik karşıtlığı veya taraftarlığı şeklindeki tartışmalar Bunuel’i hiç ilgilendirmez, o yansıttığı liberal düşüncelerden ve bağnazlık dünyasına yaptığı yolculuktan memnundur.

'Gündüz Güzeli-Belle du jour’(1966) sinemanın erotizmi en fazla hissettiren filmlerinden birisi olur. Film erotizmi Catherine Deneuve’ün gizemli güzelliği yanında gözükmeyen fakat sürekli hissedilen gizli bir şehvette hissettirir. Severine, cinsel fantezilerini gündüzleri Madame Anais’in randevu evinde yaşar. Genç kocası Pierre ile ruhsuz bir evlilik yaşar, hatta ayrı yataklarda yatarlar. Korkarak başladığı bu gizli yaşam bir süre sonra vazgeçemediği bir alışkanlığa dönüşür. Bir süre sonra bir müşterisi ile yaşadığı yakınlaşma onun istemediği bir olaylara sürükler. Bunuel’den beklenildiği gibi öyküye Severine’in şiddet yüklü mazoşist rüyaları serpiştirilmiştir. Gerçek ve düşün eşit ağırlıkta olduğu anlatım finalde de her ikisini de birleştirir. Açılış sahnesinde Severine’in mazoşist rüyasındaki fayton finalde boş olarak gelir. Artık düşler bitmiştir. Joseph Kessel’in aynı adlı romanından uyarlanan film yazarın bile söylediği gibi kitabından bile daha başarılı bulundu. Burada Bunuel’in dahice, detaylara sadık yönetimi,öyküye mükemmel emdirdiği sadomazoşist düşler ve değişmez senaristi Jean Claude Carriere’in başarısı filmi unutulmazlar arasına ekler. Film seyredenlerin unutamadığı tekrar tekrar seyrettiği bir hayran kitlesi oluşturur. Filmin en önemli mitlerinden birisi içinde ne olduğu bilinmeyen fakat açıldığında randevu evinde çalışan kızları ürküten bir kutudur. Bunuel bile bu kutunun içeriğini yanıtlayamaz. Tarantino’nun Ucuz Roman’da kullandığı açıldığında içinden ışık saçan evrak çantasını nereden ödünç aldığı anlaşılıyor.

Bunuel sinemasının en önemli kilometre taşı olan ‘Burjuvazinin Gizli Çekiciliği-Le Charme discret de la Bourgeoisie’(1972) ile burjuva sınıfının tıkanıklığını, toplumun diğer kesimleriyle olan kopukluğunu, dünya değişirken onların aynı tiyatroyu oynadıklarını düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir üslupta anlatır. Bu sınıfın dıştan gözüken ihtişamı ve ciddiyetinin ardında yatan tekrarlara dayalı yaşam şeklini kara mizahın müthiş gücüyle acımasızca eleştirir. Karikatür tipler, absürd tesadüfler, tamamlanamayan olaylar, gerçeküstü detaylar, paradokslar Bunuel’in mesajını unutulmaz bir görselliğe dönüştürür. Öncelikle filmin geçtiği dönemi irdelersek 1972 Vietnam bataklığında Amerika, ‘68 öğrenci hareketlerinin tüm dünyada uyandırdığı sosyalist esintiler, öncelikle Güney Amerika’da çoğalan askeri cunta hükümetler, globalleşme arifesinde emperyalist hareketlerin hoyratça sürdüğü bir soğuk savaş dönemi görürüz. Bunuel burjuvaziye karşı dururken onları yargılamıyor yaşamlarında içi boş, ilerlemeyen ritüellere mahkum olmuş bireyler olarak gösteriyor. Filmin altı burjuva karakteri korkularını ortak bir rüyada görür. Rüyaları onların gerçek yaşamlarını yönetir. Başlarını Miranda’nın Paris Büyükelçisinin (Fernando Ray) çektiği altı varlıklı insan bir akşam yemeği için bir türlü bir araya gelemez. Gelseler bile bu kez farklı engeller ortaya çıkar. Ya lokanta kapalıdır veya lokanta patronu ölmüştür, cenazesi arka odada yatmaktadır, yahut yemek esnasında ordu eve gelir. Yemek yiyememek, tüketememek korkusu onların varoluşları karşısına dikilen bir engel olarak çıkar her seferinde. Bu korkularına sevişememek, anarşi, terör gibi güvenlilerini tehdit edici unsurlar eklenir. Faşist bir idarenin hakim olduğu anlaşılan Miranda hakkında büyükelçi sürekli yalan bilgiler verir. Ülkesinden pembe tablolar çizer. Filmde serpiştirilmiş sıra dışı olaylar arasında sürekli manevra yapan bir ordu, bahçıvanlık yapan Piskopos, rüyasını anlatan teğmen öykünün çarpıcılığını arttırır. En sembolik sahnesi olan altı burjuvanın ıssız bir yolda yürümesi onların tükenmişliğini artık her şeyi kabullendiklerini temsil eder. En kısa mesafeyi bile film boyu oto ile katedenler artık benzin bile bulamaz, o yol belki de onları ölüme götüren son yoldur.

1974 tarihli ‘Özgürlük Hayaleti-Le Fantome de Liberte’ni Samanyolu filminde geçen ’’özgürlüğümüz ancak bir hayaletten ibarettir" tümcesinden esinlenerek çevirir. Film düşünce olarak Samanyolu-La Voie Lactee ve Burjuvazinin Gizli Çekiciliği ile gerçeği arayış üzerine bir üçlü olarak kabul edilebilir.

Sinema tarihinin en güzel isimli filmlerinden birisi olan ‘Arzunun Şu Karanlık Nesnesi-Cet Obscur Objet du Desir’(1977) çarpıcı bir aşk öyküsünü anlatır. Pierre Louys’un 1889 da yayımladığı Kadın ve Kuklası adlı romanının Bunuel anlayışı içinde modern bir uyarlaması olur. Altmışlı yaşlardaki soylu ve zengin Mathieu halktan bir kıza Conchita’ya tutulur. Onu elde edebilmek için her türlü yolu dener. Ona sevecen davranmaya çalışan Conchita iş sevişmeye gelince kendisinden oldukça yaşlı soyluya her türlü bahaneyi uydurur.
Arzu ile yanan adam bir süre sonra kızın oynadığı bir kuklaya dönüşür. Bir kez daha burjuvazi karşısına çıkan engellere takılır. Bir türlü sevişemeyen, tüm zenginliğine, fedakarlıklarına rağmen istediğini elde edemeyen bir burjuva tablosu daha remeder Bunuel. Conchita karakteri farklı iki kadın oyuncu tarafından canlandırılır: Zarif ve mesafeli Carole Bouquet, Latin ateşi taşıyan daha cilveli Angela Molina. Erkek doğasını etkileyen iki farklı dişi karakter erkeği parmağında oynatır, durur. Burjuvanın büyük korkusu terör ve anarşi bir kez daha arka planda yer alır. Büyük bir patlama ile biten finalde anarşi burjuvaziyi bir kez daha ortadan kaldırır. Seyircisini bir kez daha şaşırtıp, düşündürmeyi başarır Bunuel. 

Son Nefesim’den alıntıyla Bunuel’in bu dolu yaşamını noktalayalım:
“Her şeyin başı rastlantıdır, rastlantının yanında kardeşi giz vardır. Her şeyi anlamak hırsı, bu neden? şu neden? Ardından onu küçültmek, basitleştirmek isteği, işte doğamızın en feci yönleri. Hayatımızın gizini cesurca kabullenebilsek, işte o zaman saflığa benzeyen katıksız bir mutluluğa çok yaklaşmış olurduk.”

No comments:

Post a Comment