yazarlar

 

MARLON BRANDO

Asi, Serseri, Kırılgan,Devrimci

3 Nisan 1924 Nebraska’da bir çiftlikte alkolik bir annenin ve hovarda bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen "Marlon Brando" sefalet içinde bir çocukluk geçirdi. Günlerinin çoğunu bir köşede sızarak geçiren bir anne , sık sık ortadan kaybolup kendi hayatını yaşayan bir babanın yanında geçen çocukluk günlerinde,  onu en fazla eğlendiren şeyler çiftlik hayvanları ve köylü çocuklar ile yaptığı haşarılıklar olur. Arkadaşlarının ‘Bud’ olarak çağırdığı Brando aşırı tembel bir öğrencilik dönemi geçirir. Babası sonunda biraz olsun yola girsin diye onu Minnesota’da Askeri Okul’a gönderir. Beklenildiği üzere burada da dikiş tutturamaz ve okuldan atılır. Artık bir okul bitirmek onun düşüncelerinden ebediyen silinir. New York’ta oyuncu olmak için çabalayan kızkardeşi Jocelyn’in yanına gider. Kendisini bir anda Stella Adler’in öğrencilik derslerinde bulur. Metod oyunculuğunun kurucusu olan Stanislavski’nin öğrencisi olan Adler bu haşarı gençteki yeteneği fark eder. İnsanların bastırmağa çalıştığı tüm duyguları-acı, hırs,cinsellik,öfke gibi-fiziksel ve duygusal bir biçimde ifade edebilme yeteneğini geliştirmeye yönelik bir yöntem olan Metod oyunculuğu için Brando’nun inanılmaz bir cevher olduğunu anlar. O maço bir sertlikten , kedi yumuşaklığına ani geçişler yapabilen bir karakterdi. ‘Ona oynayacağı sahnenin içeriğini söylemek yetiyordu, o hemen derinleşip gerekli karaktere dönüşürdü’ diyor Elia Kazan. Ünlü yönetmen Kazan ona ilk önemli rolünü sahnede ‘A Streetcar Named Desire-İhtiras Tramvayı’nda verir. Maço, serseri ruhlu Stanley Kowalski ‘ de  kendisiyle  örtüşen bir karakter yaratır. Ne yapacağı , nerde patlayacağı belli olmayan Kowalski, akıl hastası olan baldızı Blanche’ı  sürekli aşağılar, tedirgin eder, karısını hem sever hem acı çektirir. İki yıl sürekli sahnede oynadığı bu rol, onu daha film çevirmeden starlık mertebesine taşır.  Fred Zinneman’ın yönettiği ilk filmi ‘The Men’de belden aşağısı felçli bir savaş gazisini oynar. Ardından Kazan İhtiras Tramvayı’nı perdeye taşır. Brando seksi karizması ile filmin başarısında en önemli etken olur. Oscar’a aday olur fakat ödülü Africa Quenn’deki rolüyle Humprey Bogart’a kaptırır. Dönemin lokomotifleri John Wayne ve Kirk Douglas türü öz güveni tam, kahramanları kusursuzlaştıran  oyuncular karşısında Brando ile  isyankar, moral değerlere karşı duran, kırılgan karakterleri canlandıran yeni bir oyuncu jenerasyonu geliyordu. Montgomery Cliff, James Dean onu izleyen oyuncular oluyordu. Sırasıyla Viva Zapata’da –yönetmen yine Kazan- devrimci Zapata, Julius Caeser’da Marc Antony, The Wild One’da motorsiklet çetesi lideri rolleriyle ününü pekiştirir.
Elia Kazan’ın sanatçı arkadaşlarını Mc Carthycilere komünist olarak gammazlamasının ardından ‘On The Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde’ oynaması için defalarca yaptığı teklifi her seferinde geri çevirir. Tery Malloy  rolünün ondan hiç hoşlanmayan rakibi Frank Sinatra’ya teklif edilmesi üzerine oynamayı kabul eder. Sinatra hiçbir zaman Brando’dan hoşlanmamış ve ona ‘Bay Geveleme’ adını takmıştı. Dok işçisi, eski boksör Malloy rolü için zamanının çoğunu rıhtimda işçiler ile geçirir ve rolüne hazırlanır. Sendikal yozlaşmayı, sendikaların işçileri sömürmesini anlatan antikapitalist mesaj taşıyan ‘Rıhtımlar Üzerinde’ bir çok dalda Oscar adayı olur. Ve Brando ilk Oscar heykelciğini kazanırken son derece mütevazi ve pırıltıdan uzak bir duruş sergiler. 1973’de  Don Carleone ile kazandığı Oscar ödülünü red edip yerine Apaçi Kızılderilisi olan sekreteri Sacheen’ ı  gönderen Brando, ilk ödülü kabul etmesini de sonradan‘gençlik hatası’ olarak görür. 1962 ‘de çevirdiği ‘Mutiny on the Bounty-Denizde İsyan’ filminin çekimlerinde tanıştığı Tahitili güzel oyuncu ile evlenir. Bu bölgede satın aldığı Teti’Aroa adasına yerleşir ve kendisini yemeye, içmeye adar. 1961’de çevirdiği ‘The Ugly American-Çirkin Amerikalı’ da hayali bir Asya ülkesine gönderilen kendini beğenmiş Amerikan Elçisi Harrison Carter McWhite’ı canlandırır. Daha sonraki yıllarda bu filmin Amerika’nın yanlış dış politikalarını ve Vietnam Savaşına yol açan etkenleri yansıtan  bir film olduğu anlaşılır. Ellilerin sonunda , altmışlı yılların başında yurttaşlık hareketleri başladığında bunları desteklemek için elinden geleni yapar. Özgürlük yürüyüşlerine katılır, Martin Luther King’i destekler, Kara Panter Örgütü’nün liderleri ile bir araya gelir. Siyahlara uygulanan ırk ayrımını her platformda protesto eder.
Altmışlı yıllarda yaptığı bir çok film hafif kalır. ‘The Night Of The Following Day-Ertesi Günün Gecesi’, ‘Candy –Şeker Gibi’, ‘Bedtime Story-Yatak Hikayesi’  gibi filmlerin bazılarını para bazılarını ise arkadaş hatırına çevirir. Charlie Chaplin ve Sophie Loren ile çevirdiği ‘A Countess from Hong Kong-Hong Kong’lu Kontes’ berbat bir film olur. Chaplin ile anlaşamaz , onu dahi fakat insanlıktan nasibini almamış bir adam olarak tanımlar. 1967 yapımı’ Reflections On A Golden Eye’da iktidarsız bir subayı canlandırır. Eşcinsel olduğunu geç farkeden karakterdeki performansı çok beğenilir. On yıllık aşağı giden kariyeri yetmişlerin başında ‘Godfather-Baba’ ile tekrar çıkış yapar. Yazar Mario Puzo’nun isteği ile rol ona teklif edilir. Onun zor karakterini bilen yapımcılar başta bu isteğe karşı durur. Coppola’da ısrar edince rol Brando’ya verilir. Ayna karşısında yaptığı provalarda avurtlarını kağıt mendil ile doldurur ve efsanevi Don Carleone karakteri ortaya çıkar. Ve ikinci Oscar’ını kazanır. Töreni Amerikalıların Kızılderili tarihini çarpıttıkları için ve hala onları küçük düşürdükleri için protesto eder ve ödülü almaz. Bertolucci’nin yönettiği ‘Last Tango in Paris-Paris’te Son Tango’ da Maria Schneider ile rol alır. Film en çok sado mazoşist sevişme sahneleri ile ünlenir. Yalnızlaşma ve varoluşcu alt metin tereyağlı sevişme sahnesinin gölgesinde kalır, film bazı ülkelerde yasaklanır. 1976’da The Missouri Breaks –Missouri’de Düello’ ve rekor bir paraya anlaştığı Süperman filmlerinde oynar. Süperman’in babasını canlandırmak için 12 günlük çalışma karşılığı 3,7 milyon dolar alır. Coppola ile yaptığı ‘Apocalypse Now-Kıyamet’ gerek çevrim öyküsü, gerek oynadığı rol açısından tam bir macera olur. Albay Kurtz karakterini tamamen kendi isteği doğrultusunda baştan yazar ve oynar. Çekimler zor doğa şartlarında planlanan süreden yaklaşık bir yıl daha uzun sürer fakat sonuçta tarihin en iyi filmlerinden birisi olur.
Ailevi sorunları hiç bitmez. Oğlu Christian kız kardeşinin sevgilisini öldürür,  kızı Cheyenne 1995’de intihar eder.  Boşandığı onca kadına kamyon yükü tazminat öder,  bilinçsiz bir şekilde beslenerek sık sık obezite sınırına dayanır. Nakit sıkıntısından dolayı 2 milyon karşılığı Scary Movie 2 de bile küçük bir rolü kabul eder. Zatürreye yakalandığı için oynayamaz. 2004 yılında akciğer fibrosisinden yaşamını kaybeder.
Oynadığı 40 film içinden yaklaşık on tanesinde unutulmaz performanslar sergiler. İç güdüsel oyunculuğu, kendine has konuşma biçimi, kırılgan ve agresif karakterleri birleştirmedeki ustalığı ile kendisinden sonra gelen Pacino, Depp, DiNiro, Penn, Norton gibi  oyuncuları etkiler. Jack Nicholson ise onu kısa ve öz  tanımlar  ‘O bize özgürlüğümüzü verdi’.

No comments:

Post a Comment