yazarlar

FUTBOLSUZ BİR SİNEMA OLUR MU?

FUTBOLSUZ BİR SİNEMA OLUR MU?

23 Haziran 2008 


Seyrettiğim ilk futbol filmi çocuk yaşlarımda Metin Oktay’ın yaşamını anlatan Taçsız Kral (1961) oldu. Efsane golcünün bizzat kendisini oynadığı filmde doksana takma antremanları hala gözlerimin önünden geçen sahnelerdir. İkincisi ise yıllar son

Tam anlamıyla bir futbol şöleniydi. Futbol tutkunları için maçların televizyonlarda yaygın olarak gösterilmediği yıllarda Pele, Bobby Moore, Ardiles gibi efsane oyuncuların rol aldığı filmi seyretmek büyük olaydı.İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampında tutsak tutulan bir grup futbolcunun Alman Subaylarını 4-0 geriden gelerek 5-4 yenmesini anlatıyordu. Esas planları devre arasında yüzme havuzunun dibine açılmış bir tünelden sıvışarak özgürlüğe kavuşmaktır. Fakat kazanma hırsı onların çıkarak oynamayı tercih etmelerine neden olur. John Huston gibi bir ustanın çektiği film tüm zamanların en beğenilen ve bilinen futbol filmi oldu. Pele’nin kırık kolla attığı röveşata golü nasıl hafızalara kazınmaz?

Huston’ın Zoltan Fabri’nin en iyi filmi olarak gösterilen ‘Cehennemde İki Devre’ (1961) filminden bir hayli esinlendiğini de göz ardı etmemek gerekir. Arşivlere göz atıldığında futbol üzerine film sayısının hatırladıklarımızdan çok daha fazla olduğu görülür. Yine de büyük stüdyoların ve yapımcıların bu konuda motivasyon eksikliği çok belirgin. Hollywood’un Amerika’da çok popüler olmayan soccer (futbol) ile son yıllara dek çok ilgilenmediği bir gerçek. Diğer taraftan her hafta yirmi kamera ile canlı yayınlanan bir doksan dakikayı heyecan içinde yaşayan, her futbolcunun türlü duygusal tepkisini yakın plan anında izleyen seyirciye sinemanın sunacağı fazla bir şey kalmıyor. Aynı renklere gönül vermiş arkadaşlarıyla heyecanı, sevinci ve üzüntüyü her hafta paylaşan bir taraftar için kurgusal futbol filmi belgesel kadar soğuk kalır. Beyazperde de gördüklerinin onun adrenalinini yükseltmeye gücü yetmez.

Geriye otobiyografik veya futbolu arka plan olarak kullanan filmler kalıyor. Hollywood menşeli ‘Goal’ filmi son yılların iyi hasılat yakalayan filmlerinden birisi oldu. Meksika asıllı Munes’in keşfediliş, yükseliş öyküsü üç bölüm olarak planlanmış. İkincisi ilkinin başarısının uzağına düşse de üçüncüsü merak edilmiyor değil. 2001 yapımı ‘Sıra Dışı Sanıklar-Mean Machine’ sertliği ile ünlü eski futbolcu Vinnie Jones’un sürüklediği hapishanede geçen bir futbol öyküsüydü. Trafik cezası nedeniyle hapse düşen eski futbolcu Danny Meahan gardiyanlar ve tutuklular arasında düzenlenen futbol maçınının en gözde oyuncusudur. Mahkumların takımını yöneten Meahan bir çok baskıyla karşı karşıya kalır. ‘Hayatımın Çalımı-Bend İt Like Beckham’ (2002) oyuncularının sempatik performansları yanında İngiltere’de yaşayan Hint ailesinin geleneklerine bağlılığının sevimli portresi ve hepsinin üstünde futbola duyulan tutkunun sadece erkeklere mahsus olmadığını göstermesiyle başarılı bir film oldu. Otobiyografiler arasında geçen yıl gösterime giren Maradonna’nın yaşamını anlatan ‘Tanrı’nın Eli’ düz, kuru bir otobiyografi olmaktan öteye geçemeyen bir filmdi. Bu türün en başarılı örnekleri arasında belgesel olarak çekilmiş olan Zidane (2006) sayılabilir. Real Madrid-Villareal arasında oynanan lig maçında tüm kameralar sadece Zidane’ı izler. Real Madrid’in yüzüncü yılında çekilmiş olan Real-La Pelicula ise takımın evrenselliğini vurgulayan yarı belgesel bir filmdi.

Futbolu otobiyografik anlatılardan çok öyküye yedirerek nasıl bir tutku olduğunu gösteren filmler sinema tutkunları için her zaman daha ilgi çekici oldular. Bunların içinde Tibetli Budist Khyentse Norbu’nun senaryosunu yazıp yönettiği ‘The Cup’ (1999) Budizm ve futbolu kaynaştıran eğlendirici bir filmdi. Mistik ve buğulu havasıyla yaşantının sessiz bir akış içinde geçtiği Tibet manastırında Dünya Kupası finali yaklaştıkça bir kıpırtı başlar. Futbol tutkunu rahipler maçı seyredebilmek için çevre köylerden bir televizyon ayarlar. Futbolu seyrederken de kurallara kendi mistik öğretilerini eklerler. Bu ara Norbu’nun Amerika’da sinema eğitimi almış, Bertolucci’ye Küçük Budha filminde asistanlık yaptığını da küçük bir dip not olarak ekleyelim.

Mahalle yaşantısını ve futbolu harmanlayan bizden yapımlar da oldukça fazladır. Futbolu fena halde hayata benzeten ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’(2000) Bursa Esnafspor’un şampiyonluk mücadelesi çevresinde, sığ ve küçük yaşamları mükemmel yansıtır. Dram ve gülmecenin aynı çerçevede yer aldığı başarılı bir Serdar Akar filmi olarak hatırlanır. Kemal Sunal ‘ın Gol Kralı Şaban’ı veya ‘Gülşah-Küçük Anne’ gibi filmlerde futbol hep vardır. Metin Oktay’ın kendi yaşamını canlandırdığı Taçsız Kral’dan sonra 1962 de futbol ve futbolcu Suphi Kaner ‘in baş rolde oynadığı ‘Gol Kralı Cafer’ güldürüsünde beyazperdeye yansır. İki kişilikli bir karakter olan Cafer hem kahveci çırağı hem de ünlü kaleci Melih’tir. ‘L’Inafferabile-12’ adlı İtalyan komedisinin yerli uyarlaması olan filmi Hulki Saner yönetir ve Yeşilçam’ın Vahi Öz, İsmail Dümbüllü gibi ustaları rol alır. Yaşamı olaylar ile dolu olan kaleci Varol Ürkmez oyunculuğa geçtikten sonra artistik uçuşlarını filmlerinde de göstermeye başlar. ‘Şekerli misin Vay Vay’ filmi için Fenerbahçe-Altay maçında çekim yapılırken Varol Lefter’in sıkı bir şutunu havada lastik gibi kıvrılarak kurtarır. Lefter tüm ciddiyetiyle hakeme gider ve ‘Bre hakem bey, burada maç mı oynuyoruz yoksa film mi çekiyoruz? Şu Varol denen adama baksana kaleci değil aktör be’der. Ünlü futbolcuların Yeşilçam serüvenleri Nejat Saydam’ın yönettiği ‘Şenol Birol Gool’ ile devam eder. Kemal Sunal’ın unutulmaz filmleri arasında yer alan ‘Gol Kralı-İnek Şaban’ kendine özgü tiplemeleriyle futbolu tüm karakterleriyle karikatürize eder.

Kulüp tutkusunu taraftarların yaşam şekliyle anlatan filmler genelde İngiltere kökenli sinemacıların imzasını taşıyor. ‘Green Street Holligans’ (2005)West Ham taraftarları üzerinden holiganizmin tehlikeli dünyasını, genç yaşamların nasıl kaydığını anlatırken genç yönetmen Lexi Alexandre bu huzursuz insanların atmosferini mükemmel yansıtır. Son yıllarda iyi bir çıkış yakalamış olan genç yönetmenlerden Nick Love’un yönettiği Football Factory (2004) holiganizme sığınmış sosyal sorunlu insanların hikayelerini anlatır. Nıck Hornby’nin aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan ‘Fever Pitch-Futbol Ateşi’ tutkulu bir taraftar olmayı neşeli bir dille anlatıyordu. Futbol tutkusuyla işsizliğin sorunlarını unutmaya çalışan bir avuç insanın öyküsünü anlatan ‘Adım Joe- My Name is Joe’ ise Ken Loach etiketi taşıyan Pete Mullan’ın mükemmel oyunculuğuyla ruhunu yakalayan, anılması gereken bir film. Purely Beter-Daha İyisi Can Sağlığı (2000) 15 ve 17 yaşında iki New Castle taraftarının sezonluk bilet satın alabilmek için para biriktirme mücadelesini anlatan bir film. Ünlü golcü Alan Shearer’nda kısa bir rolünün olduğu film, taraftarlığı mizahi bir dille ele alıyordu.

Futbol konusuna Uzak Doğu sinemasının da kayıtsız kalması düşünülemez. Japon yönetmen ‘Shaolin Futbolu’ eski bir futbolcunun Kung-Fu öğrencilerinden futbol takımı kurmasını anlatır. Takım fantastik uçuşlar eşliğinde attığı goller ve çalımlar ile profesyonelleri yenilgiye uğratır. Japon imzalı manga filmler küçük yaştaki seyircileri televizyon karşısında etkileyen kahramanlar yarattı. Küçük Golcü ve Strikers gibi diziler futbolu çocuklara sevdirmeyi amaçlıyordu.

Wim Wenders imzalı Peter Handke öyküsünden sinemaya uyarlanmış olan ’Kalecinin Penaltı Endişesi- Die Angst des Tormanns beim Elfer’, Richard Harris’in son dönemine gelmiş bir futbolcuyu canlandırdığı ‘Futbolcunun Sonu-Bloomfield’ futbolu karakterlerinin yaşamında bir parça olarak işleyen filmler oldu.
Futbolsuz bir yaşamın düşünülemeyeceği bir dünya düzeninde futbolsuz bir sinema da düşünülemez.


Emin Yeğinboy