yazarlar

FRANÇOIS TRUFFAUT 

TÜRLERİ PATLATAN YÖNETMEN 
 
 
"Her şeyden çok bir türün (örneğin detektif) türleri(komedi, dram, melodram, psikolojik, aşk, gerilim vs…) karıştırarak infilak etmesinin arayışı içindeyim. İnsanların filmin atmosferinin değişmesinden nefret ettiklerini biliyorum. Fakat içimde  türleri  harmanlamak  gibi karşı durulmaz  bir tutku  var ve ben  buna  karşı duramıyorum, bu yüzden  iyi  mi kötü mü  olacaklarını  bilmeden  onları birbirleriyle karıştırıp duruyorum".  
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                Truffaut türler içindeki sıçramalarını ‘kendilerinden çok şey öğrendiğim Hollywood B-sınıfı filmlerin hürmetkar pastişi diyebileceğim bir şey’ şeklinde tanımlar. Yirmi altı yaşında geçimsiz, kılı kırk yaran Fransa'nın en ciddi sinema dergisi olan Cahier Du Cinema'nın bir eleştirmeni olan Truffaut’ya hakarete varan eleştirilerinden dolayı 1958 de Cannes Film Festivali'ne katılması yasaklanır. Bir yıl sonra festivale yönetmen olarak geri döner.

DOİNEL FİLMLERİ

François Truffaut’nun 1959 da çevirdiği ilk uzun metrajlı filmi ‘400 Darbe-400 Coups’ ile Cannes Film Festival’inde Altın Palmiye ödülünü kazanırken uzun bir sinema serüveninin de kapılarını aralar Truffaut. Antoine Doinel adında 13 yaşındaki bir çocuğun okulu ve ebeveynleri tarafından dışlanmasını, onun kaçışlarını anlatırken yüzde acı bir tebessüm bırakır. Okul sıralarında öğretmenlerinin anlayışsızlığının kurbanı olan Doinel evde ise kendi havasında annesinin ve üvey babasının tepkileri ile karşılaşır. Kimse özel onunla olarak ilgilenmez, onu anlamaya çalışmaz daha 13 yaşında iken hiçbir bilimsel dayanak olmadan yakın çevresindekilerden eğitilemez damgası yer. Yok yere ıslahevine gönderilir. Gönderenlerin tek hedefi vardır : yaşadıklarından ders alarak iyi bir insan olması. Çocukların okul nefretini anlatırken onlar karşısında aşılmaz bir duvar gibi duran klasik eğitimi yerden yere vuran Truffaut diğer taraftan çalışan  ebeveynlerin çocuklarından erken uyumaları dışında başka bir istekleri olmadığını da iğneli bir dille gösterir. Doinel ise içindeki haşarı ve anarşist tepkileri, yüzündeki sevimli ifadeyi hiç kaybetmeden uygular. Otobiyografik esintiler taşıyan filmde örneğin Doinel’in en büyük tutkusu, çocuk yaşlardaki Truffaut’da olduğu gibi sinemadır.
Truffaut’nun fetiş oyuncusu Jean-Pierre Leaud ile yaptığı ilk film 400 Darbe olur. Leaud’nun canlandırdığı Doinel karakterinin duygusal ve entelektüel büyümesini, toplamda dört filmde anlatır.14 yaşında Dolois karakterine başlayan Leaud aralıklı olarak on iki yıl boyunca yapılan çekimler sonunda 26 yaşında bu karaktere veda eder. Doinel’in  yaşam öyküleri 1968 de çevirdiği ‘Baisers Volees-Çalınmış Buseler 1968’ filminin yarısına kadar kendi öz yaşamı ile yakın benzerlikler taşır. 6 Ocak 1932 de Paris doğar ve önce bir süt anneye teslim edilir daha sonra sekiz yaşına kadar yaşaması için büyük annesine gönderilir. Okul yaşamı 400 Darbe’deki Doinel ile büyük benzerlikler taşır , defalarca okuldan, on bir yaşında ise evden kaçar. Sığınaklarda uyur kapılardan  çaldığı pirinç tokmaklarını satarak karnını doyurur. Askerlik sırasında bir kaç kez de oradan kaçar sonunda kişilik uyumsuzluğu nedeniyle ordudan terhis edilir. Doinel da aynen alter ego’su Truffaut gibi ‘Çalınmış Buseler’in başında askerden terhis edilir ve Paris’te iş aramaya başlar. Askerden sıkça mektup yazdığı kız arkadaşı Christine (Claudia Jade) ve ailesinin yardımları ile bulduğu çeşitli küçük işlerde çalışır. Çocuksu , utangaç, edilgen bir tip olan Dolois en son bir özel detektiflik bürosunda iş bulur. Kadınlara yaklaşımı her türlü özgüvenden yoksundur. Pigalle mahallesinin fahişeleri,kendisinden uzun kadınlar,burjuvazinin kaprisli kızları hepsi onun keşfetmeye çalıştığı kadın dünyasının denekleridir. Kendisini baştan çıkaran yaşça büyük, çekici Fabienne genç adamın yaşamında bir milad olur. Finalde Christine ile evlenerek, her erkeğin burjuva bir kızla evlenme  düşünü gerçekleştirir. Duygusal komedi türüne yaklaşırken ironi duygusunun eksik olmadığı film Fransız Sinematiğinin babası olarak bilinen Henri Langlois’a adanmıştır. Sinematek hükümet tarafından kapatılmış ve Langois görevinden alınmıştır. Film de sinematek binasının kilitli kapısını gösteren sahne ile açılır film. Truffaut ve Godard tepkilerini Cannes’a kadar taşıyarak, işi 1968 de festivalin iptal edilmesine kadar vardırırlar sağlarlar.Doinel’in yaşamının üçüncü halkası ‘Aile Yuvası-Domicile Conjugale’(1973) olur. Bu kez yazar olarak çabalayan diğer taraftan evlilik yaşamına uyum sağlamaya çalışan;  çiçekçilik, fabrikada oyuncak gemileri havuzda yüzdürerek kontrol etme gibi farklı işlerde yaşamını kazanan Doinel vardır. Christine ise keman dersleri vermektedir. Evliliği ile hiçbir sorunu yok gözükmektedir. Yine de tanıştığı bir Japon güzelinin çekiciliğine kapılır ve kısa süreli ilişki yaşar. Çocuksu her şeyi denetlemekten uzak tavrı onu sonunu göremediği olaylara sürüklemektedir. Christine’i aynı anda anne, kız kardeş olarak görmek ister. Fakat o sadece bir eş olmayı istemektedir. Finalde Christine affeder ve tekrar birleşirler. Evliliğinin inişli çıkışlı grafiğini yakalayarak burjuvazinin standart ölçülerine kavuşurlar.Çiftin ayrılmasını ve Doinel’in yeni bir aşk için yanıp tutuşmasını anlattığı son bölüm ‘Kaçan Aşk-L’amour en Fuite’(1979) olur. Doinel bu kez geçmişiyle hesaplaşmak ister. Anne ve babasının kendisini yalnız bırakmalarını anlatan bir intikam öyküsünü kaleme alır.


İkinci filmi ‘Piyanisti Vurun’ (1960) David Goodis’in Down There adlı gangster romanından yola çıkar. Standart bir polisiye öyküden yola çıkarak farklı türlerin kaynaştığı hatta parodiye göz kırpan bir film çıkar ortaya. Charles Aznavour’un canlandırdığı bar piyanisti Charles Kohler’in yaşamla olan ilişkisini aşk, düşmanlık, kardeş sevgisi üzerinden anlatır. Romandaki karakterin aksine çekingen, içine kapanık ve kırılgandır. Baş karakterin kaderini Truffaut filmlerinin değişmez kuralı olarak bir kez daha bir kadın tayin eder.

TRUFFAUT VE GÜÇLÜ KADINLAR

Erkeklerin kaderi bir çok Truffaut filminde kadınların ellerindedir. Güçlü, özgür ruhlu kadınlar onların yaşamlarını kökten etkiler.Esasında Truffaut kadınların dünyasını erkek bakışı ile inceler. Her zaman ‘kadınlar büyülü müdür?’ sorusuna yanıt arar. Jules ve Jim, Evlenmekten Korkmuyorum-La Sirene du Missisipi, Siyah Gelinlik-La Mariee etait en noir 1967, Amerikan Gecesi-La Nuit Americaine güçlü kadınların ön planda olduğu filmlerdir. En popüler filmlerinden olan Jules ve Jim üçlü bir ilişki zincirini; Catherine (Jeanne Moreaux), Jules (Oscar Werner), Jim (Henri Serre)arasındaki dostluk ve  aşk ilişkisini anlatır.Her iki erkeği de özgür ruhu ve güçlü karakteri ile büyüleyen Catherine o yıllar için sık rastlanmayan bir kadın karakterini tanıtır. Kadının özgür iradesine erkeklerin tepkilerini , onu anlamaya çalışmalarını anlatır film. Catherine Deneuve ve Jean Paul Belmondo’nun baş rollerini oynadığı ‘Evlenmekten Korkmuyorum-La Sirene du Missisipi’ ise gizemli bir kadın ve varlıklı bir erkek arasındaki tutku dolu aşkı anlatır. Truffaut ilhamını Mavi Melek-Der Blaue Engel (Josef von Sternberg 1931), Nana(Renoir 1926), Şeytan Bir Kadındır(Devil is a Woman 1935) gibi geçmişin ünlü vamp kadın klasiklerinden alır. Catherine Deneuve gizemli yansımasıyla vamp kadın Marion’a olağanüstü bir ruh verir. Öyküde Marion (Deneuve) bir gemi yolculuğu esnasında tanıştığı bir kadını öldürür ve yerine geçer. Öldürülen kadın Reunion adlı adada yaşayan ve gazete ilanı ile tanıştığı varlıklı bir adam olan Louis(Belmondo) ile evlenmek için yola çıkmıştır. Hitchcockvari bir gerilim olarak başlayan öykü sonuçta Truffautvari  bir aşk ilişkisi ile biter.                      

‘Siyah Gelinlik-La Mariee etait en Noir’(1967) bir kadının intikam öyküsüdür. Jeanne Moreaux’nun canlandırdığı Julie kocasının ölümünden sorumlu olan beş adamı öldürerek intikamını alır . Moreaux’nun mekanik bir oyunculukla işlediği cinayetler filmin görsel yanını oluşturur. Diyaloglar ise işlenen cinayetlerden bağımsız bir şekilde ikili ilişkiler üzerine akar gider. Görsel yanı Amerikan diyalog yönü ise Fransız olan bir türsel deneme yapar Truffaut. Ana akım sinemada görsellik ve diyalog farklılığı kabul edilemez bir tutumdur.En sevilen ve yeni kuşaklar tarafından en fazla tanınan filmlerinden Son Metro’da yine Catherine Deneuve’ün canlandırdığı Marion Steiner güçlü ve tutkulu kadın karakterlerinden olur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman İşgali altındaki Paris’te yaşamını sürdürmeye çalışan bir tiyatronun öyküsünü Marion’u odak alarak anlatır.Yahudi asıllı yönetmen kocasını tiyatronun bodrum katında  saklarken yukarıdaki sahnede oynamayı sürdürür. Ve başka bir erkeğe olan aşkını da belli etmemeye çalışır. Deneuve yine çifte ruhlu bir kadına (bir kez daha Marion adıyla) hayat verir. Film arka planda savaş ortamını dar bir çerçevede fakat mükemmel yansıtır.Victor Hugo’nun kızının bir İngiliz teğmene olan karşılıksız aşkını anlattığı Adele H.’nun öyküsünde ise güçlü, kırılgan ve üzücü bir kadın kahraman vardır. İsabelle Adjani’nin soğuk güzelliğini ve tutkusunu birleştiren bu karakter kaybeden fakat yine de güçlü bir kadındır. Aşk ve tutkusu güçlü kadınların ayrılmaz bir parçasıdır filmlerinde. Onlar yine de özgür ve isyankar yönlerinden ödün vermezler.          

TRUFFAUT VE YENİ DALGA
Yeni Dalga Fransa’dan yola çıkarak Avrupa ve Amerika’yı etkisi altına alan entelektüel bir hareket olur. Sinemada bir gençlik hareketini betimleyen sözcük bir süre sonra tepkinin, isyanın ifadesine dönüşür. Fransa’da öncelikle Truffaut, Godard, Chabrol,Rohmer ve Rivette yapmış oldukları yüz kadar filmde ortak bir görüşü paylaşır ; film dünyayı keşfetmenin onu anlamanın, politikasını, psikolojisini geliştirmenin bir vasıtasıdır. Sinemayı temel olarak bilincin bir parçası olarak kabul eden duygu yükünü ulu orta yansıtmayan, yaşamı gerçek yaşam koşullarında göstermeyi deneyen, diyalogların sade fakat yaşayan olmasını temel kural alan bir akım olur Yeni Dalga. Godard’ın sıfır noktası olarak vurguladığı seyirciyi her türlü özdeşleşmeden uzak tutan ve sürekli zihinsel katılımını beklediği filmlerinin karşısında Truffaut asla duygudan yoksun kalmadı. Tutku ve duygu her filminde varlığını hissettirdi. 1959 yılında Cannes ‘da kazandığı ilk ödül onun bağımsız çalışabilmesi ve geleceği için önemli bir maddi kaynak oluşturur.  Hatta paranın bir bölümünü senaryosunu Jean Luc Godard ile birlikte yazdığı ve Godard’ın yönettiği ‘Au Bout du Souffle-Nefes Nefese’i bitirmek için harcar. Ve bu Yeni Dalga’nın en önemli filmine dönüşür.

TÜRSEL ARAYIŞLAR VE ANA AKIM
Truffaut’nun türsel arayışlarının olmadığı orta akım sinemaya yakın seyirci için en anlaşılır filmlerinden birisi 'Güneşte Bir Gece-La Nuit Americaine' olur. Truffaut kendisinin bizzat yönetmeni oynadığı filmde bir filmin çekimini anlatır. Sinema sanatına bir nevi saygı duruşu veya film çekiminden duyulan hazzın beyaz perdeye yansımasıdır. Oyuncu veya teknik ekipten olsun çenebaz, kaprisli, sorunlu, çocuksu oyuncu karakterlerin doldurduğu sinema setinden mükemmel kadrajlar sunan Truffaut adeta tüm Yeni Dalga yönetmenlerinin sorduğu film gerçek yaşamdan daha önemli midir ? sorusuna yanıt arar
Truffaut farklı türlerde yaptığı arayışlarını bilim kurgu da sürdürmüştür. Fahrenheit 451 kitapların yakıldığı fütüristik bir dünyayı anlatır. Bradbury’nin bir romanını uyarlayan yönetmen asla 2001 veya Blade Runner türü mekanların ve tasarımların etkilediği bir dünya yaratmaz. Onun derdi yine insandır, kitap okuma tutkusu ile dolu, onları yakılmalarından sonra ezberleyerek yaşatmaya çalışan bir toplumu yansıtır. Oscar Werner ve Julie Christie’nin baş rolleri paylaştığı film çok ilgi görmez genelde sıkıcı bulunur. Truffaut bile filmi bölüm bölüm başarılı bütün olarak ise sıkıcı bulduğunu söyler. Komediler en başarılı olduğu türlerden birisi olur. Kadınları Seven Adam ,Benim Gibi Güzel Bir Kız, Neşeli Pazar ölüm ve mizahı bir arada anlatan belki Hitchkock’un çekebileceği türde kara mizahın ön planda olduğu komedilerdir.Bu filmlerde öldüren kadın karakterler, kadınlar için yanıp tutuşan erkekler gerilim ve parodiyi iç içe geçirirler.En ayrıksı filmlerinden olan Vahşi Çocuk’ta yabanda bulunan bir çocuğun eğitilmesini yarı belgesel bir tarzda anlatır.Gerçek bir olaydan yola çıkan Truffaut’nun çocuk karakteri bu kez çok şeyden hatta dilden bile yoksundur.

Truffaut her zaman yaratıcı ve denemeci oldu. Her zaman  türleri sevdi, onların gerçeklerini yansıtmaya çalıştı. Renoir’dan güncel yaşamın görselliğini, Hitchcock’tan öykü anlatmanın gücünü ödünç alarak kendi sinema dilini yarattı. Yol arkadaşı Godard gibi Hollywood ile mücadele adına biçemin içerik olduğu yaz bozlardan uzak durarak anlaşılır olayı seçti.           
       

FİLMOGRAFİSİ

Une Visite-Bir Ziyaret 1955
Les Mistons 1957
Une Histoire D’Eau- Bir Su Hikayesi 1958
400 Coups-400 Darbe  1959
Tirer Sur Le Pianiste-Piyanisti Vurun 1960
Jules et Jim-Jules et Jim 1961
Antoine et Colette 1962
La Peau Douce-Yumuşak Ten 1964
Fahrenheit 451-Değişen Dünyanın İnsanları 1966
La Mariee etait en Noir-Siyah Gelinlik 1967
Baisers Volees-Çalınmış Buseler 1968
La Sirene du Missisipi-Evlenmekten Korkmuyorum 1969
L’enfant Sauvage-Vahşi Çocuk 1969
Domicile Conjugale-Aile Yuvası 1970
Les Deux Anglaises et Le Continent 1971
Une Belle Fille comme Moi-Benim Gibi Güzel Bir Kız 1972
La Nuit Americaine-Güneşte Bir Gece 1973
L’Histoire Adele H-Adele H’nın Öyküsü 1975
L’argent de Poche- Cep Harçlığı 1976
L’Homme qui aimait les Femmes –Kadınları Seven Adam 1977
La Chambre Verte-Yeşil Oda 1978
L’amour en Fuite-Kaçan Aşk 1979
Le Dernier Metro-Son Metro 1980
La femme d’a Cote-Komşu Kadın 1981
Vivement les Dimanches-Neşeli Pazar 1983
   

THE SOCIAL NETWORK

SOSYAL AĞ


500 MİLYON KİŞİNİN ORTASINDA YAPAYALNIZ


YÖNETMEN: DAVID FINCHER
SENARYO: AORON SORKIN
OYUNCULAR: JESSE EISENBERG, JUSTIN TIMBERLAKE, ANDREW GARFIELD


‘Seven-Yedi’, ‘Fight Club-Dövüş Kulübü’, ’Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi’ ile son on yılın en iyi yönetmenleri arasına giren David Fincher ‘Social Network-Sosyal Ağ’ ile bu kez Facebook’un kuruluşunu ve nezdinde yaratıcısı David Zuckenberg’in öyküsünü anlatıyor.
 " HÜR ADAM "

Gişe rekorları kıran “Minyeli Abdullah”la bir döneme damgasını vuran yapımcı ve yönetmen Mehmet Tanrısever, 20 yıl aradan sonra yine çok konuşulacak bir filmle Türk sinemasına dönüş yapıyor. Mehmet Tanrısever bu kez Said Nursi’nin hayatını ele alan “Hür Adam” filmiyle hem yapımcı hem yönetmen hem de senarist olarak seyircinin karşısına çıkacak.
Senaryosunu Ahmet Çetin, Mehmet Uyar ve Mehmet Tanrısever’in kaleme aldığı “Hür Adam” filminde Said Nursi’yi Mürşit Ağa Bağ canlandırıyor.
Çekimleri, Isparta'nın Eğirdir İlçesi´ne bağlı Barla Beldesi,  Safranbolu ve İstanbul’da gerçekleştirilen Said Nursi’nin hayatını anlatan “Hür Adam” filminde 70 kişilik bir teknik ekip ve 1000 kişinin üzerinde figüran ekibi yer aldı.



Projenin 1 yıl süresince devam eden hazırlık aşaması sonucunda filmin çekimleri 8 haftalık süre içerisinde tamamlandı. Yapımını Feza Film’in, dağıtımını Özen Film’in üstlendiği “Hür Adam” filmi 07 Ocak 2011’de vizyona giriyor.

ARAMIZDAN AYRILAN ÜÇ USTA: CHABROL, CORNEAU, PENN

         Son bir ay içinde üç usta yönetmen yaşamdan uçup gitti. İki Fransız "Claude Chabrol, Alain Corneau ve bir Amerikalı Arthur Penn" Popüler sinemanın taleplerini çok dikkate almadan sevdikleri sinemayı özgün bir anlatımla sundular. Sinemayı bir sanat olarak yorumlayan ‘Auteur’ sinemasının ustaları olmayı başardılar.

Claude Chabrol aynen François Truffaut, Jean Luc Godard, Eric Rohmer ile Cahiers du Cinema dergisinin yazarlığından yönetmenliğe geçerek sinema dünyasını sarsan Fransız Yeni Dalga akımının öncüleri arasında yer aldı.
Biutiful

Barcelona’da geçen hikâyede, Javier Bardem, Uxbal adında kanuna aykırı işleri yüzünden başı polisle derde giren bir adamı canlandırıyor. Biutiful, zorunlu olarak yaptığı yasadışı işlerle para kazanmaya çalışan sorunlu ama sadık ve duyarlı bir babanın hikâyesi.

"ANNEMİ ÖLDÜRDÜM" ve "PARİS'TE SON KONSER"

FESTİVALLERİN GÖZBEBEĞİ İKİ FİLM: ‘ANNEMİ ÖLDÜRDÜM’ ve ‘PARİS’TE SON KONSER

 



2009’un üzerinde en fazla konuşulan filmlerinden birisi ‘Annemi Öldürdüm’ oldu. Katıldığı festivallerde tam tamına 22 ödül kazanmış, adı gibi aykırı, sıra dışı bir film. Özellikle her seyircinin zevkine hitap edebilecek orta akım bir sinema örneği değil.

Fransız Yeni Dalgası’nın, yetmişli yılların New York kökenli yeraltı sinemasının etkilerini taşıyan sinematografik anlatım baştan sona hissediliyor. Sabit bir kamera önünde yapılan gündelik konuşmalar, tartışmalar, yemek muhabbeti, kadran içine aniden giren insanlar popüler sinema estetiğini zorluyor. Yönetmenin üslup sevdasının yer yer anlatımın önüne geçtiği hissediliyor.