yazarlar

MICHELANGELO  ANTONIONI

SESSİZLİĞİN VE BOŞLUĞUN MİMARI 



Michelangelo Antonioni sinemanın biçimsel dogmalarını yıkan, kalıplaşmış tekniklerinin dışına çıkan, yenilikçi bir yönetmendi.Sanatın popüler klişelerini her zaman reddetti. “Sinema okullarında öğretilen ve değer taşıyan bir çok kuralın ne kadar geçersiz olduğunu kanıtlamak için çekim yaptığım çok gün oldu” diyen Antonioni en fazla problemli entellektüelleri, zenginleri anlattı. Onların kadın erkek ilişkilerindeki iletişimsizliğini, samimiyetsizliğini gözü pek, isyankar kadın, iki arada bir derede kalmış zayıf erkek karakterler aracılığıyla yansıttı. Yapmacık diyalogları, inandırıcılıktan uzak duyguları onların yaşamlarının vitrini olarak sundu. Kopamadığı İtalyan Fotoroman estetiği tüm filmlerinin görüntüsel hakimi oldu. Bu estetik bilhassa İtalya’da siyah beyaz çektiği ilk dönem filmlerinde çok belirgin olarak ortaya çıkar. Macera (L’avventura 1960), Gece (La Notte 1961), Batan Güneş (L’Eclisse1962) üçlemesinde aşkın tükenişini, aydın kesimin yükselen değer kapitalizm karşısındaki bocalamasını ön plana çıkarıyordu. Bunalımlı avare kadın ruhlar, zengin burjuva yaşamından bir kaçış yolu arıyordu. Bu yol en kısasından bir flört veya bir ihanet olabiliyordu. Bazen de oldukları yerden kaçarcasına uzaklaşarak kendilerini tenha sokaklara, terkedilmiş gibi gözüken binaların arasına attılar, sıradan insanlar gibi nefes almaya çalıştılar fakat bu kez onlara ne kadar yabancı kaldıklarını gördüler. Dış dünyanın tekinsiz yüzünü hissettiler. Hep geriye döndüler. Çıkışsızlık onların döngüsü olmuştu. İletişimsizliği örneği olmayan bir boşluk duygusuyla yansıtabilen ilk yönetmen Antonioni oldu. Yer yer Tarkovski’den esintiler taşısa da bunu modern yaşamla bu kadar iç içe geçirebilmesi onun yeteneğiydi. Boşluk onun filmlerinin ana karakteridir. Bunu bazen boş sokaklar, göz alabildiğince uzanan parklar, pencerelerinde tek tük insanların gözüktüğü yüksek apartmanlar bazen iki kişi arasında uzayıp giden sessizlik bazen ortadan kaybolan bir karakter yoluyla gerçekleştirir. Gerçekte bu boşluğun içi doludur izleyici sessizliğin söylenmemiş sözler ile dolu olduğunu, boş gözüken apartmanların içinde insanlar yaşadığını, kaybolan karakterin bir yerde yaşadığını hisseder.

Sinema tarihinin en iyi on filmi arasında gösterebileceğim Blow –Up (Cinayeti Gördüm-1966) “gerçek nedir?” kavramını ustanın alışılmış sade üslubuyla tartışıyordu. “Her gördüğümüz gerçek midir yoksa onu beynimizde biz mi yaratıyoruz?” gibi karmaşık bir soruyu sanki cinayet öyküsüymüş gibi anlatıp, karmaşıklığa yol açmadan sonuca bağlıyordu. Film 1967 yılının rock müzik, esrar, anti-militarist gösteriler, allı morlu kıyafetler ile değişen sosyal yaşantısını Londra’nın gri atmosferinde yer yer bir klip estetiğinde gösteriyordu. Unutulmaz final bölümü filmin sorusunu aydınlatıyordu. Hayali tenis topuyla oynanan beş dakikalık tenis maçı sinema tarihinin en çarpıcı sekanslarından birisi olarak bugün hala internet sitelerinde izleniyor. Her yeni seyredişimde konu ve görüntü estetiğinin yüklendiği yeni bir ayrıntının farkına vardığım eskimeyen bir sinema örneği oldu Blow-Up .

İngilizce olarak çektiği üçüncü filmi Yolcu (Profession Reporter/The Passenger 1975) farklı bir varoluşcu temanın altını çiziyordu. Kendi kimliğinden kaçmaya çalışan bir bireyin çıkmazını inceliyordu usta yönetmen. Kuzey Afrika’da bir iç savaşı izlemek ve burada başkaldıran gerillalara ulaşmaya çalışan Peter Locke (Jack Nicholson) adında bir gazetecinin öyküsüdür. Kaldığı otelin yan odasında yaşamını kaybeden Tony Robertson adında bir adamın yerine geçer. Adam gerçekte silah tüccarıdır. Onun kimliğiyle tüm geçmişinden geride bıraktığı evinden, karısından, üvey evladından, işinden kaçabileceğini düşünür. Sistemin bir parçası olmak, modern yaşamın alışkanlıklarıyla sürdürdüğü onca yılın ağırlığına bir de hiç tanımadığı bir adamın kimliği binmiştir. Ne kendisinden kaçabilir ne de yeni birisi olabilir. Antonioni bir kez daha modern bireyin çıkmazını ve hapsolmuşluğunu tüm karamsarlığıyla gösterir. Filmin finalindeki yaklaşık yedi dakikalık sekans diğer Antonioni filmlerinde olduğu gibi son sözü söyler. İnsan göz hareketlerine senkron bir kamera ile çekilmiş bu sekansta kahramanımızın odasının demir parmaklıklı penceresinden yavaşca dışarı süzülürüz. Dışarıda toz toprak içinde yaşam sürmektedir. Pencere dışından odayı seyretmeye başladığımızda kahramanımız ölmüştür. İntihar mı, kalp krizi mi yoksa öldürülme mi bilemeyiz. Cesedi teşhis için getirilen karısı öleni tanımadığını, onun gerçek kimliğinden bi haber yol arkadaşı genç kız ise tanıdığını söyler. Modern yaşam, bireylerini tanımaz onları sadece ele geçirir ve sömürür. Bu durumda kimlik değişimi filmde olduğu gibi sadece fotoğraf değişikliği ile sınırlı kalır.

Ustanın 1970 de çevirdiği ikinci ingilizce filmi Zabriskie Point de tüketim toplumunu eleştirerek hippiliğin her şeyi yıkarak daha az mekanik bir toplum oluşturacaklarından bahsediyordu. Son sözü yine Pink Floyd müziği eşliğinde gerçekleşen muazzam bir infilak ve uçuşan parçaların yere yavaşça düşmesiyle final bölümü söyler. Benzer bir patlamayı yıllar sonra çevrilmiş Döğüş Kulübü’nün finalinde Dünya Kredi Kartları merkezinin havaya uçurulmasından anımsıyorum. Pink Floyd, Jerry Garcia, The Kaleidoscope tarafından yapılmış film müziği de kült mertebesine ulaştı.

Michelangelo Antonioni üzerine yazılacaklar bu kadarla kalamaz üzerine yazılacak bir çok filmi daha var: Kızıl Çöl (1964), Bir Kadının Tanımlanması (1982), Bulutların Ötesinde (1995), Eros (2004).

Usta yönetmenin sözleri filmlerinde aşkı işleme şeklini açıklıyor: “Aşk karmaşık, çarpık bir duygudur onu bir hastalık gibi incelemek gerekir, hiçbir zaman sürekli değildir, erkekle kadını başta birbirine bağlayan bu duygu zamanla tükenmeye, ölmeye mahkumdur.”

Gece (La Notte) filminden Jeanne Moreau ve Marcello Mastorianni arasındaki diyalog ile noktayı koyalım, Bu diyalog, Antonioni filmlerindeki kadın erkek karakterleri, yapılarını ve aşkın tükenmişliğini mükemmel tanımlıyor. Erkek, olmasını istemediği bir macera yaşadığını itiraf eder. Kadın sakin bir ifade ile konuşur;

Kadın: Böyle bir tecrübeden güzel bir hikaye çıkarabilirsin. Adını da “Ölüler ve Diriler” koy.

Erkek : Bütün söyleyeceğin bu mu ?

K: Ne söylememi bekliyorsun, kötü bir şey mi yaptın dememi mi istiyorsun? Beni hayal kırıklığına uğrattın mı diyeyim? Hayır anlıyorum seni. Şaşkınlıktan ne yaptığını bilmiyordun. İstersen bu konuyu kapatalım. Herhalde beni ilk defa aldatıyorsun.

E: Ne demek istiyorsun?

K: Sıkma canını nasıl olsa benim için fark etmez.

No comments:

Post a Comment