yazarlar

Bitik Ruhlar Kenti


 

Yönetmen: Allen Hughes

Oyuncular : Mark Wahlberg, Russell Crowe, Catherine Zeta-Jones. 

“Bitik Şehir-Broken City”  New York’un arka planda karanlık bir dev gibi yükseldiği öyküsünde,  entrika dolu politika ilişkilerini anlatıyor. İlişkilerin karanlığı adeta tüm kenti kaplıyor. Kent  karanlık, güven vermeyen, vahşi bir yaşam alanı duygusu yansıtıyor. Koltuğu kaybetmemek ve çıkarlarını korumak adına “sevgili halkım her şey sizin için” nutukları atan Russell Crowe’un canlandırdığı belediye başkanı Hostetler kimliği, kirli politikacı şablonunda oldukça evrensel anımsamalara yol açıyor. Politik yolsuzluklara çomak sevmeyi seven Amerikan sineması bir kez daha demokratik gözükme örneği sunuyor. Bu tür entrikaların birçok ülkede örtbas edildiğini, ilgilenenlerin de susturulduğunu biliyorlar. Bu durumda göreceli olarak demokratik gözükmeyi mükemmel satıyorlar.

ANNA KARENİNA


 

Klasik bir romanın beyazperde uyarlaması birçok yönetmen için korkulu rüya olabilir. Romanın şöhreti yönetmenin tüm yaratıcılığını kısıtlayabilir. Öykünün ruhunu yaralamamak adına risk almadan, çizgisel anlatımla, dönemi mekan ve kostüm olarak yansıtmakla yetinebilir. Bu olumsuz durum edebiyattan yapılan birçok kötü ve sıradan uyarlamanın temel nedenidir. Bu güne dek 1915’den itibaren otuza yakın uyarlama yaşayan Anna Karenina,  bu kez  İngiliz yönetmen Joe Wright’ın cesur,  deneysel sayılabilecek katkılarıyla tekrar yaşama dönüyor. Wright, Tolstoy’un bin sayfalık eserini tiyatro sahnesine taşıyarak müzik ve koreografi eşliğinde müthiş bir dinamizmle anlatıyor. Hem de öykünün dramatik yapısını zerre kadar zedelemeden tüm karakterlerin hakkını vererek. Baz Luhrman’ın “Moulin Rouge” da yaptığı post modern anlatım bu kez “Anna Karenina” nın ruhuna giriyor. Tiyatroyu sahne, kulis, salonu, tavanı, balkonu, sokağa açılan kapısına kadar tüm mimarisiyle kullanan Wright bu ağır eseri uzun bir balo sahnesi çekmiş.

Pi'nin Yaşamı ve İnanç



“Pi’nin Yaşamı” görselliğiyle seyredeni kollarına alıp uçuran bir film. 3D’nin maheretiyle seyircisini kurduğu düşsel dünyanın bir parçası yapmayı başarıyor. Öykünün masalsı anlatısının 3D görselliğine mekan ve içerik olarak uyumlu olması kadar, yönetmen Ang Lee ve görüntü yönetmeni Claudio Miranda’nın  becerileri de her türlü övgüyü hak ediyor. Hikaye baştan sona modern zamanların yeni dinler kitabı olarak yorumlanabilir. Küçük yaşlardan itibaren Tanrı ve inanç üzerine kafasında şekillenen sorulara aradığı yanıtları Katolikliği, Müslümanlığı ve son olarak Hinduizmi öğrenerek yanıtlamaya çalışan Pİ Patel adındaki Hintli çocuk, bu konudaki kuşkularını tam anlamıyla yenemese de, inançlı olmayı seçer. Kanadalı yazar Yan Martel’in kendisini yaşamda yalnız hissettiği bir dönemde (kendi sözleri) yazmaya başladığı romanında anlattığı fantastik hikayeyi ”ne olursa olsun inancını kaybetme” tavsiyesiyle yoğuruyor. Bu öneriyi Ang Lee kurduğu düşsel dünya içinde inandırıcı bir hale dönüştürmek istiyor ve başarıyor. Bu inandırıcılıktaki en büyük pay görselliğin yarattığı hipnotik etkide saklı. Anlattığı masalın gerçek ve mantıklı bir öykü gibi algılanması kaçınılmaz oluyor. Başlangıçta öykü arayan bir yazarın Hindli bir adamı ziyaret ederek onun anlattıklarından yola çıkması inandırıcı olmayı hedefleyen  alt yapıyı oluşturuyor.