yazarlar

HOLLYWOOD EMPERYALİZMİ

Hollywood, Hollywood… Los Angeles kentinin kuzeybatısında yer alan bu küçük kasabanın günün birinde dünyanın en önemli endüstrilerinden birisinin merkezi olabileceğini kimse tahmin edemezdi. Yirminci yüzyılın başında Fransa’da ilk filmler çevrilirken Hollywood sakin kasaba yaşamını sürdürüyordu.
Amerikan sinemasının ilk filmleri New York’ta çekilir. Edison 1891'de kamera olarak kullandığı kinetografı bulmuştu, daha sonra da gösterici olarak kinetoskopu bulmuştu. Kinetoskopun filmleri perdeye yansıtabilme özelliği yoktu. Filmi perdeye yansıtmayı ilk kez Lumiere Kardeşler sinematograf ile yansıtmayı başarır. Sinemayı toplumsal bir olaya dönüştürmeyi başaran Lumiere’ler sinemanın mucidi olarak anılır.

Sinemada kullanılan tüm aletlerin patent hakları Thomas Edison’a aitti. New York ve çevresinde çekicilerin ve oynatıcıların izinsiz kullanımlarında onun için çalışan avukatlar ordusundan tazminat ödemeden kurtulmak mümkün değildi. Kaliforniya’da Edison ve şürekasının etkinliği azdı, en kötü ihtimalle sınırı geçerek Meksika’ya kaçmak da kötü bir alternatif sayılmazdı. Bilim insanı olmanın yanında iyi bir ticari zekaya sahip Edison, tekelci anlayışı ile gelecekte kısaca Hollywood olarak anılacak bir sinema endüstrisinin kuruluşuna neden oluyordu. Girişken bir iş adamı olan Cecile B. de Mille film stüdyosu kurabilecek iyi bir yer arıyordu. Ortağı Jesse L. Lasky ile Chicago ve New York’ta açtıkları iki stüdyodan istedikleri randımanı alamamışlardı. Kalabalık merkezlerin uzağında stüdyo açmak için yola çıkarlar. New York’tan yola çıkarak tüm Amerika’yı baştan sona dolaşırlar. Düşündükleri özellikte bir yeri bulamazlar. En son geldikleri Los Angeles’ta geriye dönüş için iki gün tren beklemek zorunda kalırlar. Beklerken çevrede sessiz, kendi halinde bir kasaba olan Hollywood’u keşfederler. Ve burada bir stüdyo kurulabileceğini düşünürler. Ortağı ile ceplerindeki on bin doları bir ahıra yatırırlar ve ilk Hollywood stüdyosu kurulmuş olur.

Lumiere sinema için ‘bu geleceği olan bir iş değil, çok panayır işi, sürse sürse altı ay, bilemedin bir yıl sürer’ der. Haklıydı, Grand Cafe'deki ilk gösteriden 18 ay sonra Lumiere ve arkadaşlarının filmleri artık ilgi görmez olmuş, açılmış olan birkaç sinema da kapanmıştı. Sinema artık seyyar satıcıların köylerde gösterdikleri sihirli fenere dönüşmüştü. 1897 yılında yayımlanan bir ilan sinemanın kaderini değiştirir: ‘Melies ve Reulos ile sanat sahneleri, akılları durduracak buluşlar, tiyatro sahneleri ile yeni bir sinema anlayışı, sokak ve günlük hayat değil sanat göreceksiniz’. George Melies 35 yaşlarında bir sihirbazın kurduğu tiyatroyu yönetmekteydi. 1897 yılında Paris dışında stüdyo kurarak filmler yapmaya başlar. Tiyatro deneyimini sinemaya aktarmaya başlar. Senaryo, oyuncular, kostüm, tiyatro gibi bölümler sinemanın değişmeyecek unsurları olarak ilk Melies tarafından uygulanır. Ona göre sinema, tiyatro sahnesi ile fotoğraf stüdyosunun birleşimiydi. Stüdyoda sahnenin bütününü çekecek şekilde kamerayı stüdyonun sonuna koyuyordu. Montaj anlayışı ise Lumiere’den tamamen farklı idi o tesadüfen keşfettiği film hilelerini kullanıyordu. Çektiği bir filmde Madeleine-Bastille seferi yapan bir otobüs aniden cenaze arabasına dönüşür. Gerçekte bu hile tesadüfen ortaya çıkar, pelikül tutukluk yapınca makine durmuş fakat çekimi yapılan araçlar durmamıştı, makine tekrar çalıştığında otobüsün yerini bir cenaze arabası almıştı. Bu rastlantı film hilelerinin başlangıcı olur. Melies daha sonra bu tekniği ‘Yok edilen Kadın’ filminde bilinçli olarak kullanır. Melies hayal ürünü sinemanın öncüsüdür, büyük mizansenli sahnelerin çekimi, bilinçsizce de olsa plan geçme, travelling, büyük plan gibi sinemanın temel özelliklerini ilk kullanan olmuştur. Büyük mizansenli tarihi filmleri ilk çeken Cecil B. De Mille onun açtığı yoldan yürümüştür.

Edison’a bağlı çalışan Edwin S. Porter ilk dönemin en önemli Amerikalı yönetmeni olarak dikkat çeker. Henüz kameralar çok az film aldığı için uzun gösterimler mümkün değildi. Bu durumda bile hikayenin bölümlere ayrıldığı western ve komediler en fazla çekilen ilk konulu filmler olur. Porter’ın 1903 yapımı ‘Büyük Tren Soygunu’ erken dönemin en önemli Amerikan klasiği olur. Kamera hareket halindeki trenin üzerine yerleştirilir, at sırtında soyguncuların patlayan silahları, tren içi sahneler, dışarıda hareket eden dekorlar sinema tarihinin ilk aksiyonunu sunar. Finalde soyguncunun silahını seyirciye doğrultarak ateş etmesi bazı salonlarda aşırı heyecana yol açar.

Tam bu yıllarda Fransa haftada bir düzine filmi ABD’e satıyordu, filmler gibi teknolojide Avrupa’dan ihraç ediliyordu. Ayrıca Güney Amerika pazarına da Fransa ve İtalya hakimdi. Kurulan ilk Film Patent Şirketine film hakları devredilmeden Amerika içi dağıtım ve gösterime izin verilmemeye başlanır. Fransız kameralarının ve teknik gereçlere gümrüklerde sudan sebeplerle zorluk çıkartılmaya ve sokulmamaya başlanır. Çok geçmeden kurulan MPPC karteli tüm teknik donanımın ve filmlerin satış haklarını ele geçirir. Artık bu kartel devreye girmeden bir filmin Amerika içi gösterimi mümkün değildir.1910 yılında yapılan anti-tröst yasasına kadar MPPC karteli Amerika’daki tüm piyasayı ele geçirir, dünya piyasasının ise yüzde seksenine hükmeder. 1915‘de ihraç edilen film uzunluğu 160 milyon feet olurken ithal edilen 7 milyon feet’e düşer. 1916 yılında devlet tarafından film bölümü kurulur, ülke içinde tröstleşme yasaklanırken yabancı ülkelerde kurulmasına engel olunmaz. Bu şekilde ululararası dağıtım tekeli ortaya çıkar. 1920’de Hollywood 36 farklı dilde alt yazı ile film üretmeye başlar. Sesli filmlerin başlamasıyla birlikte yabancı dilde ilk olarak İspanyolca seslendirmeler başlar. Sesli film standart olduktan sonra İngilizce konuşmayan ülkeler müzikal filmler ile memnun edilir. Müzikal filmlerin plakları da yan bir sektör olarak müzik endüstrisini beslemeye başlar. Doğu kıyısında yerleşmiş büyük firmaların sahibi olan Joseph Kennedy ‘filmler diğer Amerikan endüstrisinin ürünleri için sessiz satış elemanları olarak hizmet etmektedirler’ diyordu. 1930 yılında Amerikan filmlerinin satılan her bir cm feet uzunluğundaki parçası dünyanın bir yerlerinde üretilen malların 1 dolarlık bölümünün satışını yapmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın patlaması ile birlikte satışlar düşer. Bu kez Hollywood başka yollara başvurur. Örneğin Mussolini İtalya’sını güzel, faşizmi öven filmler yaparak İtalya’ya satarlar. Savaş sonrası film satışları patlar, insanlar savaşın yaralarını, moral bozukluğunu gidermek için bol bol film seyretmeye başlar. Hollywood’un egemenliği sadece ticari anlamda değil kültürel ve politik anlamda da gittikçe büyüyen bir ölçekte artar. Hiçbir ülke Hollywood’un kendilerini politik olarak kötü olarak göstermesini istemez. Bir ‘Geceyarısı Ekspresi’ filminin ülkemizde medyayı ne kadar uzun süre oyaladığını hatırlayalım. Her yıl birkaç ülke mutlaka kendilerini kötü gösterdiği için Hollywood’u protesto eder, kota koymakla veya Amerikan mallarını yasaklamakla tehdit eder. Tabi ki bu çıkışlar uzun süreli olmaz. Kültür emperyalizminin pazarlamasında direk olarak rol oynayan ABD hükümetleri bu tür tepkilerin uzun süreli olmasını engeller.

Altmışlı yıllarda Avrupa Sineması silkelenir. Fransa ve İtalya, Yeni Dalga etkisiyle etkileyici bir sinema dili yakalar ve salonlarda Amerikan Filmleri ile yarışmaya başlar. Rus ve Slav sineması da atağa kalkar. Bu uzun sürmez; seksenli yılların başında Hollywood teknolojik alanda yaptığı dev yatırımlar ile şaha kalkar. Artık salonlarda muhteşem efektler ile süslü filmler seyirciyi etkilemekte, uluslararası satış ve pazarlamada buldukları yasal boşluklar ile endüstri her geçen gün yatırımının kat ve kat fazlasını kazanmaktadır. Bazı Avrupa ülkeleri kendi film endüstrilerini koruyabilmek için Hollywood filmlerine kota koyar. Bu yasaklamanın önde gelen ülkelerinden Fransa 1993 yılında Amerika ve AB ülkeleri dahil toplam 116 ülke arasında yürürlüğe giren DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) anlaşmasından kültür ürünlerini pazarlık kapsamından çıkartır. Fransa Dışişleri Bakanı Juppe Amerika’yı ‘entelektüel terörist’ olmakla suçlar. Amerika bu anlaşma pazarlıkları kapsamında bir adım daha öteye giderek anlaşma kapsamındaki ülkelerde sinema sanatına devlet sübvansiyonlarını kaldırtmak ister. Dönemin Fransa Kültür Bakanı Jacques Touban kültürün çoğulculuk ve çeşitlilik olduğunu, bu zenginliği sınırlandırıcı tedbirlerin söz konusu olamayacağını söyler. Uzun pazarlıklar sonucu Fransa kazanır ve kültür ürünleri anlaşma dışında kalır. Amerikan sineması ekonomik olarak sürdürdüğü üstünlüğü din, milliyetçilik, özgürlük gibi kavramlar üzerine olan propagandist eğilimli filmleri uygun zamanlarda gösterime sokarak kültür emperyalizmindeki hakimiyetini de sürdürmektedir. 
Emin Yeginboy

No comments:

Post a Comment