yazarlar


CLINT EASTWOOD   

Western Kahramanlığından Yönetmenliğe


Clint Eastwood’un ikon mertebesine yükselmiş ender aktörlerden birisi olduğu tartışılmaz. Canlandırdığı karakterlerde ruh ve fizik bütünlüğünü tamamlayan, bir filmi çoğu kez tek başına taşıyan bir oyuncu oldu. Yıllar geçtikçe oyuncu olarak ulaştığı unutulmazlık mertebesine yönetmenliğini de taşıyan bir sinema efsanesine dönüştü...
Akademi onu oyuncu olarak takdir etmedi fakat yönetmen olarak ona iki kez Oscar heykelciğini verdi. 1992’de ‘Unforgiven-Affedilmeyen’ ve 2002’‘de ise ‘Million Dollar Baby-Milyonluk Bebek’ kendisine en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini kazandırdı. Rolü olsun olmasın çekimlerin her anını sete geçiren bir aktör olmasının anlamı yıllar sonra ortaya çıkar. Aslında oyuncu olarak başarıdan başarıya koştuğu yıllarda bile gönlünde yatan aslan hep yönetmenlik olmuştu. Meslektaşı Meryl Streep onun başarısının sırrını şöyle yorumluyor: ‘Onun hep gizemli bir yanı oldu ve ciddiyetini korudu’. Onun bu gizemli ve işinde ciddiyetini hep koruması belki çocukluğuna denk gelen depresyon yıllarının bir eseri. Yokluk, çaresizlik, iş peşinde o şehir bu şehir dolaşan ebeveynler, bir yerde uzun süreli dost edinecek kadar kalamamanın sıkıntısı… Bu yılların sıkıntısını kendi yönettiği ‘Honkytonk Man’de (1992) beyaz perdeye yansıtır. Otuzlu yılların atmosferinde alkolik Country şarkıcısı Red Stovall’ın derbeder yaşantısını anlatan filmde, kendi öz oğlu Kyle şarkıcının yeğenini oynar. Kyle, yokluk yıllarında Eastwood’un kendi çocukluğunda benzer sıkıntılar içindedir. Tennesse’ye giden yolda her geçen gün sağlığı daha fazla bozulan Red’e eşlik etmektedir. Filmografisinde çok özel bir yere oturtulmayan bu film Eastwood için muhakkak başka anlamlar taşımaktadır.


Ellili yılların ortalarından itibaren başladığı aktörlükte ilk yılları büyük kariyer için çok umut verici geçmez. B sınıfı filmlerde arka rollerde oynar. 'Tarantula' (1955) gibi sıradan bilimkurguda jet filosunun bir pilotunu ve 'Francis In The Navy' (1955) gibi ses getirmeyen savaş filminde sıradan bir çavuşu canlandırır. Oynadığı roller ne kadar geri planda olursa olsun yakışıklılığı ve karakteristik yüz hatlarıyla dikkat çeker. Universal stüdyolarının açtığı aktörlük kurslarına iki yıl süresince devam eder. Daha o zamanlar tanınmamış bir aktör olan Marlon Brando kurs arkadaşı olur. TV için çekilen ‘Rawhide’ adlı bir western dizisinde yedi yıl boyunca rol alır. Farklı oyuncular ile sürekli oynama, aktörlüğün inceliklerini öğrenmesinde çok yardımcı olur. Hep aynı karakteri oynamaktan sıkılmasına karşın cazip bir teklif almadan diziden ayrılmak istemez. 1964 yılında Sergio Leone adında tanınmamış bir İtalyan yönetmen İspanya’da çevireceği bir westernde Eastwood’a başrol teklif eder. Gerçekte James Coburn çok pahalı geldiği için ona bu teklif yapılır. Her şey riskli gözükmektedir; Amerika dışında bir kovboy filmi, tanınmamış bir yönetmen, lisan sorunu, dizideki sürekli işinden ayrılmak gibi… Dizide giydiği çizmeleri, kısa sigaralarını yanına alarak İspanya’ya gider. Akira Kurosawa’nın başyapıtı ‘Yojimbo’ esintileri taşıyan 'Bir Avuç Dolar İçin - A Fistfull of Dollar' (1964) tüm dünyada beklenmedik bir ilgiyle karşılaşır. Ve tüm dünyaya yeni bir western karakteri tanıtır. Adsız bir yabancıdır, şapkasının altından tüm dünyaya kısık gözlerle bakar, genizden gelen fısıltıyı andıran sesiyle az ve öz konuşur, tabancasını çekmeden pançosunu omzuna şöyle bir savurur, efkarını cebindekini kısa sigaralar ile dağıtır. Yerleşik ahlak kuralları umurunda değildir, onun dünyası sıkıştığında düşmanını arkadan vurabilen, dostu olmayan esrarlı bir silahşörün dünyasıdır. Hollywood’un yarattığı dürüst, ahlakçı, örnek kahraman şablonu karşısında ironik bir karşıt olarak durur. Bu filmle birlikte çarpıcı müziği, abartılı karakterleri ve bol kurşunlarıyla rötuşlanan western türüne spagetti sözcüğü eklenir. Bir İtalyan yönetmenin imzasını taşıyan bir westerne zaten daha farklı bir tanımlama yakıştırılamazdı. Bir John Ford westerninde pencereyi açan bir adam önünde uzanan yeşil ovayı seyreder, Leone‘de ise adam alnının tam ortasına kurşunu yer. İngilizce bilmeyen Leone ve İtalyanca bilmeyen Eastwood arasında diyalog sayılı kelimeler ile sınırlı kalmasına rağmen mükemmel bir işbirliği ortaya çıkar. İkilinin daha sonra çektiği 'Birkaç Dolar İçin', 'İyi Kötü ve Çirkin' tüm dünyada hasılat rekorları kırar ve Spagetti Westerni bir alt tür olarak sinema tarihine kazır.


Eastwood altmışlı yılların sonunda ülkesine bir yıldız olarak geri döner. Leone’nin western anlayışını temel alarak kendi filmlerini çekmeye başlar. 'Onları Yükseğe As-Hang’em High' (1968) ve 'Kasabadaki Yabancı-HighPlains Drifter' (1973) gibi westernlerde yalnız, kuralsız, anti kahraman silahşör ikonunu Hollywood’a taşır. Kariyerini en fazla etkileyen ikinci yönetmen Don Siegel ile ilk çalışması 'Coogan'ın Blöfü-Coogan’s Bluff' (1968) ikincisi ise 'Sarah İçin İki Katır-Two Mules for Sister Sarah' (1970) filmiyle olur. 'Kadın Affetmez-Beguiled' (1971) iç savaştan kaçarken yaralı olarak bir kız okulunda tutkulu kadınların arasına düşen askerin dramını anlatır. İkilinin en ilginç projelerinden birisi olan film karanlık atmosferi ve aksamayan dramatik yapısıyla dikkat çeker. Aynı yıl içinde Siegel-Eastwood ikilisi bu kez unutulmaz 'Kirli Harry-Dirty Harry' filmini çeker. İçerdiği şiddet ve faşizan alt metniyle film farklı eleştiriler almasına karşın gişede muhteşem bir başarı yakalar. Detektif Harry Calahan uzun yıllar sürecek kariyerine bu film ile başlar. Kanunu uygularken kurallarını kendi koyan yazılı hukuka aldırmayan, kent sokaklarında düzeni sağlayan yalnız bir kurttur. Uygulamaları üstlerini sık sık zor durumda bırakır, gelen baskılar sonucu Calahan’a çoğu kez işten el çektirilir. Dönem olarak bakacak olursak 69’da başkan seçilen Nixon’ın düzen ve kanun sloganının bir uygulayıcısı olarak da görülebilir detektif. Ne hikmetse kendisine iş partneri olarak ya bir Latin kökenli veyahut bir çekik gözlü polis uygun görülür. Başlangıçta Calahan’ın küçümsemelerine maruz kalan partnerler bir şekilde kendilerini kanıtlayarak finalde sıkı dost olur.


Humphrey Bogart/John Huston, John Wayne/John Ford gibi aktör/yönetmen birlikteliğine artık Eastwood/Siegel ikilisi de eklenmişti. 1971’de ‘Ölümün Sesi-Play Misty For Me’ ile ilk yönetmenliğini farklı bir türde gerçekleştirir. Öldüren Cazibe-Fatal Attraction (1978) esin kaynağı olabilecek gerilimli bir öyküyü caz müziği ile süsleyerek gelecekte yapacakları için olumlu sinyaller verir. Dirty Harry serisinden dört film daha çeviren aktör Magnum Force (1973), 'Uygulayıcı-The Enforcer' (1976), kendi yönettiği 'Ani Tehlike-The SuddenImpact' (1983), 'Ölüm Havuzu-The Dead Pool' (1988) bunlarda daha az ırkçı söylemler olmasına dikkat eder. Polisiye türüne Dirty Harry’nin getirdikleri arasında en önemli unsur polis örgütünün kirlenmesi, kanunların suçlulara tanıdığı toleransa karşı kendi kuralları ile mücadele etmesiydi . Bunlar karşısında Harry kanunları, politikacıları hiçe sayarak gerekirse polis yıldızını atarak mücadele eder.


Yetmişli yılların ortasından itibaren sert imajını yumuşatan roller oynadı. Bronco Billy (1980) günümüzde geçen bir Buffalo Bill hikayesini Capra filmlerini anımsatan hafif ve ironik bir havada anlatır. 'Her Ne Yaparsan Yap ,Boşver-Every Which Way but Loose' (1978),Which W 'Ne Yaparsan Yap-Any Way You Can' (1980) yenilmez kahraman imajını tiye alan ve komedi yönü ağır basan filmler olur. Alışılmış Eastwood imajının dışında filmler olmasına karşın gişede beklentinin üzerinde hasılata ulaşırlar. 1976’da yönettiği ‘Kanunsuz Josey Wales-The Outlaw of Josey Wales’ westernin en sevilen teması intikamı işler. Bu kez affetmeyen kahraman imajına  farkılılıklar getirir, örneğin kızılderililer ve beyazlar arasında uzlaşmacıdır, kendisine ihanet eden kötü adam Fletcher’ı cezalandırmaz. 1988’de yönettiği Bird kariyerinde önemli bir kilometre taşı olur. Bir cazsever olarak kırklı yıllarda hayran olduğu efsanevi saksofoncu Charlie Parker’ın 34 yıllık kısa ve hüzünlü yaşamını anlatan film, yönetmenlikte kendisine ilk ödülü Golden Globe kazandırır. Parker’ı canlandıran Forest Whitaker’ın mükemmel oyunculuğu yanında caz müziğine uyum sağlayan mavi tonlardaki görüntü çalışması filme lirik bir etkileyicilik getirir. Bird film müziğinde Oscar kazanırken, Whitaker Cannes Film Festivalinde En İyi Erkek Oyuncu seçilir. Artık sert imajının sakladığı farklı yönlerini göstermeye başlamıştır Eastwood. Yönettiği her yeni film farklı türlere yönelir örneğin John Huston'ın yaşadığı bir olaydan yola çıkan 'Beyaz Avcı-Kara Yürek-White Hunter, Black Heart (1990) Afrika’da geçen bir tutku ve avcılık macerasını anlatır. 


1992 de ‘Affedilmeyen-Unforgiven’ ile yönetmen olarak ilk Oscar ödüllerini kazanır Clint Eastwood. Filmin kahramanı William Munny kariyeri boyunca canlandırdığı tüm western kahramanlarının adeta evrim geçirmiş son modelidir. İnzivaya çekilmiş acımasız bir silahşörün tekrar küllerinden doğuşunun öyküsüdür. Eşinin ölümünden sonra çocuklarıyla ücra bir çiftlikte domuz yetiştiriciliği ile uğraşırken 1000 dolarlık ödül için tekrar yollara düşer. Ödülü Big Whiskey kasabasında bir hayat kadınının yüzünü doğrayan iki adamın başına arkadaşları koymuştur. Silah kullanma hatta ata binme becerisini yitirmiş olan Munny (Eastwood) eski arkadaşı Ned Logan (Morgan Freeman) ve silahşör olma sevdasındaki genç Shofield Kid ile kasabaya doğru yola çıkar. Karanlık ve kanlı geçmişini unutmaya çalışan Munny’nin yeniden öldürme ile yüzleşmesi zorlanarak hatta tiksinerek yaptığı bir işe dönüşür. Karanlık atmosferi ve karakterleri ile Affedilmeyen diğer tüm westernlerden ayrılır, bir kahramanlık karşıtı filmdir. Titreyerek, viskiye dayanarak silah kullanan bir kahraman seyircinin sevebileceği özdeşleşebileceği bir karakter değildir. Eastwood western türüne doksanlı yılların rötuşlarıyla yeni bir çehre kazandırırken Kurtlarla Dans’tan sonra Oscar alan ikinci western olur.


Doksanlı yıllarda yaşlılığın getirdiği olgunluk onun yarattığı karakter dünyasına da yansır. Bu dönemde yaşamlarında ikinci bir şansın peşinde koşan yaşını başını almış kimlikleri canlandırır. Her biri kendilerini kanıtlamak için son bir gayret içindedir. 'Ateş Hattı –Line of Fire' (1993) geçmişteki alkol problemini aşmaya çalışan Başkan’ın güvenlik ajanını,Co'Yasak Aşk- Bridges of MadisonCounty' (1995) mutluluğu yasak bir aşkta yakalamaya çalışan bir fotoğrafçıyı, 'Mutlak Güç-Absolut Power' (1997) kızıyla sorunlar yaşayan bir babayı canlandırır. 'Gerçek Suç-True Crime' (1999) çapkınlığı yüzünden eşinden ayrı yaşayan bohem ruhlu bir gazetecinin bir idam cezasını son anda önlemesini anlatır.  'Kan Borcu-Blood Work' (2002) seri bir katil olayıyla ilgilenirken önce kalp krizi sonra kalp nakli geçirip emekli olan bir FBI ajanının tekrar suçlu peşine düşmesini öyküler.


'Gizemli Nehir-Mystic River' (2003), Sean Penn, Tim Robbins, Kevin Beacon gibi mükemmel oyuncuları bir araya getirir. çocuk istismarı gibi hassas bir konuyu üç arkadaşın yaşamında işler. Film değil ama Sean Penn filmdeki rolüyla Oscar kazanır. 2005’de ikinci kez Oscar ödüllerini kazanır Clint. O yılın büyük favorisi Martin Scorsese’in yönettiği ‘The Aviator’ on bir dalda aday olmasına karşın 'Milyonluk Bebek-Million Dollar Baby' (2005) yedi adaylıktan dördünü kazanır. Geç yaşta problemlerini unutmak için boksa başlayan bir kadın boksörün yükselişini ve dramatik sonunu anlatan göz yaşartan bir öyküdür. Filmin etkileyiciliği, Eastwood-Freeman-Swank üçlüsünün arasındaki kimyada ve öyküyü duygu sömürüsüne sapmadan yönetmesinde saklı. Eastwood dışında başka bir yönetmen bu filmi çekse Oscar kazanır mıydı sorusuna yanıt bence hayır olurdu .


2007 yılını boş geçirmeyen  Eastwood ‘BabalarımızınBayrakları-Flags Of Our Vaters’ ve ‘Jima’dan Mektuplar-The Letters from Jiva’ filmlerinde savaşa eleştirisel bakış atar. Bilhassa savaşı Japon cephesinden inceleyen Jima’dan Mektuplar Oscar adayı olur.


2008 yılı hem başrol oyuncusu ve yönetmen olarak iki film üretir. ’Sahtekar-Changeling’ ve ‘Gran Torino’. Gran Torino’da Kore gazisi yalnız bir adamı canlandıran Eastwood ırkçılık, ön yargı gibi iç içe iki kavramın yıkılışını anlatır. Angelina Jolie’nin kaybolan çocuğunu arayan bir anneyi canlandırdığı 'Sahtekar-Changeling' otuzlu yıllarda geçen dramatik bir öyküyü devletin çarpık adalet anlayışı ile bağdaştırır.
2009'da uzun yıllardır planladığı bir projeyi gerçekleştirir. Nelson Mandela'nın özgür kalmasından sonra başkanlık döneminden bir bölümü anlattığı 'Yenilmez-İnvictus' da Güney Afrika'nın ulus olma yolundaki mücadelesini bir rugby dünya  şampiyonluğu üzerinden anlatır. Mandela rolünde Morgan Freeman'da yıllardır hayalini kurduğu karakteri canlandırır. İlerleyen yönetmenlik yıllarında bir özelliği daha ortaya çıkar, birbirinden farklı temalara üzanan öyküler ağırlıklı olarak ilgisini çekmektedir. 2010 yılında çektiği "Hearafter-Öteki Dünya" da bu kez öldükten geri gelen beden ve ruhlar üzerinden gelişen bir öyküyü anlatır. Tsunami sonrası kısa bir süre kalbi duran Fransız bir gazeteci kadın, medyumluk yeteneği yardımıyla ölü ruhlara ulaşabilen bir adam ve ölmüş olan ikiz kardeşi ile konuşmaya çalışan bir çocuk gibi ana karakterleri buluşturduğu çok parçalı öyküyü mükemmel bir karanlık atmosfer içinden anlatır. Çok fazla bir olay yoktur fakat film seyirciyi baştan sona saran tedirgin bir akışla ilerler. Fransa ve İngiltere'de geçen öykü ancak yetkin bir yönetmenin elinden bu denli derli toplu ve etkileyici perdeye aktarılabilir. 
Bu efsanevi sinema adamını rakamlar ile şöyle tanımlayabiliriz: 46 filmde başrol (toplam 56 film), 31 filmde yönetmen, 21 filmde yapımcı. Kazanılacak her türlü ödülü kazanmış yaşayan bir efsane.

No comments:

Post a Comment