68 Eylül’ünde, karanlık bir Paris sabahıydı. Pasteur
durağında metrodan indim, hızlı adımlarla Buffon lisesindeki ilk günüme doğru
yürümeye başladım. Okula yaklaştıkça uzun saçlı, blucinli, deri ceketli, sigara
içen ben yaşta çocukların çoğaldığını gördüm. Şaşırtıcıydı. Benim gibi mavi
ceket, gri pantolon, kravat diktasının sürdüğü bir okul hayatından gelen birisi
için, çevre Yıldızlar Savaşı’ndaki
gezegen kadar farklıydı. Okulun gri sütunlu girişine yaklaştıkça şaşkınlığım
arttı. Öğrenciler küçük gruplar halinde aralarında sigara içip, sohbet ediyor,
bazıları yüksek sesle “Kızıl Cephe”
dergisi satıyordu. Okulun karşısında iki adet polis panzeri duruyordu.
Hayatımda ilk kez polis panzeri görmüştüm. Vietnamlı, siyahi çoğunlukta farklı
kökenlerden öğrenciler dikkat çekiyordu. Okula kaydolduğum gün tanıştığım Vietnam asıllı Nguyen yanıma yaklaştı
ve “günaydın” dedi. Yüzümdeki şaşkın ifadeyi fark etti, “her gün böyle,
bazıları akşamları Quartier Latin’e de
gidiyor” dedi. Quartier Latin öğrenci polis çatışmalarının en yoğun olduğu
bölgeydi. Elimde kitaplarım, kalabalığı geçerek gri sütunlu kapıdan okulun
büyük avlusuna girdim. Artık bende 68
ruhunun bir parçası olmaya hazırdım.
Bernardo
Bertolucci’nin tekrar seyrettiğim “Düşler,
Tutkular ve Suçlar-The Dreamers” (2003) bende bu anıları uyandırdı. Bertolucci
68 baharını, gençliğin uyanışını Mathew
(Michael Pitt), Isabelle (Eva Green)
ve Teo (Louis Garrel) ’nun üçlü
ilişkisinde anlatır. Paris’te üniversiteye giden Amerikalı Matthew sinematekte
İsabelle ve Theo kardeşlerle tanışır. Sinema tutkunu üçlü, kendilerini
kapattıkları evde, yaşamı filmlerden ödünç aldıkları karelerle tanımlar. Dünya sorunlarını, yaşamın içeriğini
tartışır, aşkı ve cinselliği keşfetmek için her türlü kuralsızlığı denerler.
Fransız Sinematiğinin bakanlık emriyle kapatılması filmin başlangıç
kareleridir. Buradan başlayan direniş 68 ruhunu ateşleyen kıvılcım olur, önce tüm
Paris’e sonrasında ülkeye yayılır. Gençlik sinematekten daha fazlasını
istediğini fark etmiştir. “Sokaklara,
sokaklara” diye bağıran kalabalığın attığı taşın pencere camını kırmasıyla
üç genç mahrem alanlarını terk ederek, sokağa çıkar. Theo ve İsabelle artık geri dönmemek üzere direniş
bilincinin parçası olmaya hazırdır. Son karedeki Edith Piaf’ın “hayır, hiçbir şeyden pişman değilim”
şarkısı onların gelecek günlerinin müjdecisi gibidir.
İngiliz yazar ve eleştirmen John Berger şöyle der, “adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair
bir umut, beslediği için değil, karşı çıkmamak son derece onur kırıcı , küçültücü
, ölümden de beter olacağı için protesto etmeye devam ediyor gençler.”
No comments:
Post a Comment