yazarlar

RIGHTEOUS KIL

DAĞ FARE DOĞURMUŞ!

 10 Ekim 2008

KOPYA CİNAYET(LER)-RIGHTEOUS KIL

YÖNETMEN: JON AVNET OYUNCULAR: ROBERT DE NIRO, AL PACINO, JOHN LUGUIZAMO, DONNIE WAHLBERG

1995 yılında Michael Mann’ın yönettiği Heat’de biraraya gelen Robert De Niro ve Al Pacino tadı damakta kalan bir Öykü kurgusu her iki aktörü mümkün olduğu kadar birlikte tutmaya özen gösteriyor (istiyor). Tek sorun senaryonun tıkır tıkır yürüyecek bir öyküye sahip olmaması. Seyircinin tahmin edebileceği adımlar kısa sürede şekilleniyor. Her şey tekdüze bir anlatım ve entrika üzerine kurulu.

PAUL NEWMAN

ASİ,  MAVİ GÖZLER ARTIK BAKMIYOR...

Radikal ve muhalif kişiliği ile de tanınan aktör altmışlı yıllardan itibaren bir çok vatandaş hak ve özgürlüğü hareketine bizzat ve maddi yardım ile katıldı.
Sinema dünyası mavi gözlü, asi oyuncusunu Paul Newman’ı kaybetti. Delici mavi gözlerine yakışan romantik roller yerine isyankar, sisteme başkaldıran, özgür ve kırılgan karakterler onun tercihi oldu. 1925 yılında Cleveland yakınında Shaker Heights’da doğan Newman, genç yaşta babasını kaybeder.


İlk oyunculuk deneyimlerini annesinin ısrarlarıyla kaydolduğu Cleveland çocuk tiyatrosunda kazanır. 1943’te gönüllü olarak katıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda çok istediği halde renk körlüğü nedeniyle pilot olamaz. Pasifik’te bir uçak gemisinde üç yıl boyunca muhaberat askeri olarak görev alır.

1947’de savaş dönüşü oyuncu Jacqueline Witte ile tanışır. İki yılın sonunda evlenirler. Babasından kalan spor malzemesi dükkanı genç çiftin ekmek teknesi olur.

Paul, içinde kıvılcımlanan oyunculuk dürtüsüne çok direnç gösteremez ve dükkanı devrederek New York’ta Yale Drama Okulu’na yazılır. Efsanevi oyuncu, eğitmeni Lee Strasberg ile yaptığı bir mülakat sonrasında Actors Studio’ya kabul edilir. Rod Steiger, Eli Wallach, Geraldine Page dönem arkadaşları olur. TV programları, dizileri ve Broadway anlaşmaları ile hayatını kazanmaya başlar.

Sonraki elli yılını paylaşacağı Jeanne Woodward ile küçük roller oynadıkları bu Broadway yıllarında tanışır.

‘Picnic’ adlı oyunda dikkati çeker ve Warner Brothers ile ilk film anlaşmasını yapar. 1955’te sonraki yıllarda performansından çok utandığını söyleyeceği ilk filmi ‘The Silver Chalice’de Yunanlı bir esiri canlandırır. Bu ara James Dean ile Elia kazan’ın yöneteceği ‘East Of Eden’ filminin provalarına katılır fakat Aron rolünü alamaz.

1956’da ‘Somebody Up There Likes Me - Yukarıda Biri’de canlandırdığı boksör Rocky Graziano onun büyük çıkışı olur. Bu asi, yakışıklı Marlon Brando ile kıyaslanır ve yeni bir starın doğuşundan bahsedilmeye başlanır.

1958’de Elisabeth Taylor karşısında Brick karakteri ile başrolü paylaştığı ‘The Cat on a Hot Tin Roof - Kızgın Damdaki Kedi’ Oscar’a aralarında en iyi erkek oyuncu olmak üzere altı dalda aday olur. O sansürlü yıllar için oldukça cesur bir roldür Brick. Alkolik, karısı Maggie’e karşı ilgisiz, artık yaşamayan arkadaşı Skipper ile tam tanımlanamayan bir ilişkisi vardır. Homoseksüalite üzerine göndermeler içeren Tennesse Williams’ın tiyatro eseri Mc Carthy yılları için zamanının önünde bir film olur. Aynı yıl Jeanne Woodward ile ikinci evliliğini yapar. 1960’da Otto Preminger yönetiminde ‘Exodus’da Yahudilerin Filistin topraklarına göçü tarihi gerçeklere dayanılarak anlatılır. Newman, Ari Ben Canaan rolünü oynar. 1961’de ‘The Hustler - Bilardocu’ da Eddie Falson adlı genç ve hırslı bir bilardocuyu canlandırır. 1986’da bu filmin devamı sayılabilecek ‘The Colour of the Money - Paranın Rengi’nde bu kez canlandırdığı yaşlı Eddie Falson ile En iyi Erkek Oyuncu Oscar’nı kazanır. İlk filmdeki kendisinin canlandırdığı genç bilardocuyu bu kez Tom Cruise oynar. 33 yaşından itibaren dokuz kez aday gösterildiği bu ödülü onuncusunda yani 61 yaşında kazanır.

Her zaman birinci sınıf yönetmenler ile çevirdiği başarılı ve Oscar adayı filmler oyunculuk performansını hep yukarı taşıdı. 1963’te Martin Ritt yönetiminde ‘Hud’, 1966’da Alfred Hitchcock ile ‘Torn Curtain’, 1966’da yine Ritt ile ‘Hombre’, 1967’de Stuart Rosenberg ile ‘Cool Hand Luke - Parmaklıklar Arkasında’ filmlerini çevirir. Tüm bu filmlerde sistemin çarpıklığına karşı inatla duran dürüst, yılmayan, mesafeli fakat özde samimi karakterleri canlandırır. Kaybetse de bir kahramandır. Bu karakter yapısı onunla ismiyle özdeşleşmiştir artık.

Onun ününe ün katan iki filmi özellikle belirtmek gerekiyor. Bunlar Robert Redford ve yönetmen George Roy Hill ile çevirdiği ‘Butch Cassidy and Sundance Kid - Sonsuz Ölüm’ (1969) ve ‘The Sting – ‘Belalılar’ (1974) olur. 1800’lü yılların sonunda Butch Cassidy (Paul Newman) ve Sundance Kid (Robet Redford) bir çok banka soygunundan sonra peşlerindeki kelle avcılarından kurtulmak için Vahşi Batı’dan Bolivya’ya kaçarlar. Burada da rahat durmayan iki kafadarın peşine sonunda Bolivya ordusu düşer. Bilhassa unutulmaz finaline her iki oyuncunun unutulmaz performansı ve karizması eklenince akıllara kazınan bir western olur ‘Sonsuz Ölüm’. Aynı yıl gösterime giren Sam Peckinpach‘ın aşırı sert westerni ‘The Wild Bunch - Vahşi Belde’si karşısında komik ve iyimser atmosferi ile daha fazla beğenilir. Film dört Oscar yanında toplam on yedi ödül kazanır.

Üçlünün 1974 yılında gösterime giren ‘The Sting - Belalılar’da iki sahtekar arkadaşın bir Mafya patronunu tuzağa düşürmesini sürpriz bir finalle anlatır. O yıl toplam yedi Oscar kazanan film aynı zamanda Newman – Redford – Hill arasındaki dostluğun bir nişanesi olur. Newman yönetmen Hill için ‘Onu Robert ile her zaman yönlendirmeye çalışır istediğimizi yaptırmaya çalışırdık, hayır demezdi, fakat sonunda bir bakardık ki onun dediği olmuş, o mükemmeldi’.

Son dönemlerinde artık saçlarına ak düştükten sonra bile eski/yeni jenerasyon iyi yönetmenler ile çalışmaya devam eder. Sidney Lumet ‘The Verdict’ (1982), Robert Benton ile ‘Nobody’s Fool’ (1994) ve ‘The Twilight’ (1998), Coen Kardeşler ile ‘The Hudsucker Proxy - Bir Şirket Komedisi’ (1994) , Sam Mendes ‘The Perdition Road - Azap Yolu’ (2002) bunların arasında en dikkat çekenleri olur.

Newman’ın hayatında en büyük tutkusu otomobil yarışları oldu. 47 yaşında oto yarışlarına başlayan aktör 54 yaşında Rolf Stommelen ile 24 Saat Manş yarışında Porche ile ikinci olur. Sonraki yıllarında yarışcılığını sürdüren aktör 1983’te Carl Haas ile Champ - Camp yarış ekibini kurar. Sonraki yıllarda bu ekiple birçok önemli şampiyonluk kazanan Newman, 80 yaşında bile yarışlara katılmayı sürdürür.

Radikal ve muhalif kişiliği ile de tanınan aktör altmışlı yıllardan itibaren bir çok vatandaş hak ve özgürlüğü hareketine bizzat ve maddi yardım ile katılır.

Nixon’ın ünlü düşman listesinin 19. sırasında olmaktan her zaman gurur duyduğunu söyleyen Newman, ağız tadını ve yemek merakını Newman’s Own markası olarak gıda sanayine yansıtır ve buradan kazandıklarından yaklaşık 200 milyon doları kanserli çocuklara yardım eden derneklere bağışlar.

Sıkı bir sigara tiryakisi olan Newman akciğer kanserine yenik düşerken mavi derin gözleri ve yaptıkları ile her zaman hatırlanacaktır.

DON'T MESS WITH ZOHAN

ZOHAN'A SAKIN OLA Kİ BULAŞMAYIN!

 21 Ağustos 2008 

Yönetmen: Dennis Dugan Oyuncular: Adam Sandler, John Turturro, Emmanuelle Chiqui, Rob Schneider Kaba saba Amerikan komedilerini sever misiniz bilmem (şahsen nefret ederim), işte 'Zohan’a Bulaşma

MAX PAYNE

BİLGİSAYARDAN FIRLAYAN YENİ BİR KAHRAMAN

 20 Ekim 2008 

MAX PAYNE

YÖNETMEN: JOHN MOORE OYUNCULAR: MARK WAHLBERG, BEAU BRIDGE, MILA KUNIS Bilgisayar oyunlarından yapılan beyaz perde uyarlamalarının sonuncusu Max Payne doğa üstü yan unsurları klasik bir intikam öyküsüne harmanlarken soğuk, depresiv atmosfe


Katil(ler)in bulunması için polis teşkilatının fazla bir gayret sarf etmediğine inanan Payne, her şeyi tek başına halletmeye kararlıdır. Karısının çalıştığı kimya şirketinin güvenlik sorumlusu eski polis BB.Hensley (Beau Bridges) kendisine davasında yardımcı olmaya çalışan veya öyle gözüken az insandan birisidir. Bu ara şehrin çeşitli yerlerinde parçalanmış cesetler bulunmaktadır. Cesetlerin tek ortak noktası parçalanmış vücut parçalarındaki kuş kanadını simgeleyen dövmelerdir. Bu ayrıntının zamanla karısının ölümüyle bir ilgisi olduğuna inanmaya başlar. Bu ilişkiyi ilk fark eden çalışma arkadaşı Alex de kurbanlar arasına katılır.

Kentin sürekli kar çiseleyen soğuk atmosferini mavi, gri renkler ile destekleyen İrlandalı yönetmen John Moore baştan sona gerilimi ayakta tutmayı başarıyor. Sinematografisinde The Omen’in yeniden çevrilimi ‘Behind The Enemy Lines-Düşman Hattında’(2001), ‘Flight of Phoenix-Anka’nın Uyanışı’(2004) gibi gerilim ve aksiyon filmleri olan Moore bu kez her iki öğeyi de birleştirmekte zorlanmamış. Bunu bilgisayar oyununun bir çok aşamasını orijinaline uygun bir sırada kullanarak ve karanlık atmosferini beyaz perdeye orijinaline uygun yansıtarak gerçekleştiriyor. Sonuç olarak oyunu bilenlerin aralarında forum yapabilecekleri bir durum ortaya çıkıyor. Onlar oyunun mu yoksa filmin mi daha iyi olduğunu aralarında tartışa dursunlar bu duruma vakıf olmayan seyirci ne düşünecektir. Onlar için de sıradan bir aksiyon film dışına çıkamıyor Max Payne.

Shooter-Tetikçi‘den bu yana yüzü gülmeyen, yalnız kahraman rollerinin ilk akla gelen isimlerinden birisi olma yolunda Mark Walhberg. Max Payne’nin karanlık dünyasına giren başarılı bir performans sunuyor. Filmin seksi kadın oyuncuları Mila Kunis, Olga Kurylenko ise sıradan bir aksiyonda kadınlar ne yaparsa onu yapıyor. Ölüyor ve öldürüyorlar.

Aksiyon seyircisinin beklentilerini orta karar gerçekleştiren bir film.

Emin Yeğinboy

BATMAN - THE DARK KNIGHT

JOKER'İN KARA ŞÖVALYE KARŞISINDAKİ ÖLÜMCÜL DANSI

 07 Ağustos 2008 

Batman-Kara Şövalye (Batman-The Dark Knight)

Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Christian Bale, Michael Caine, Heather Ledger, Aaron Eckart, Gary Oldman Yazıma, son söylenecek olanı en başta söyleyerek başlamak istiyorum: ’Batman Kara Şövalye

MAMMA MIA

AMAN TANRIM, ABBA GERİ DÖNDÜ!

 25 Temmuz 2008 

MAMMA MIA

Yönetmen: Phyllida Lloyd Oyuncular: Meryl Streep, Pierce Brosnan, Stellan Skarsgard, Colin Firth, Amanda Seyfried ‘Bir Rüyam Var – I Have a Dream’ şarkısı ile başlayan bir filmin nasıl olması beklenir?

Abba grubunun şarkıları üzerine kurgulanmış hikayesiyle sadece Amerika’da 170 şehirde oynanmış ve milyonlarca seyirciyi çekmiş bir sahne müzikalinin sinema uyarlaması. İlk kez 1999’da Londra’da sahnelenen ‘Mamma Mia’ bir yıl sonra Kuzey Amerika’ya geçmiş ve parlak kariyerine başlamış. Artık sahne misyonunun sonunda sinemaya taşınmış olan müzikalde sinemanın oldukça kıdemli oyuncuları dans edip, şarkı söylüyor. Hem de oldukça dinamik ve başarılı performanslarla. Maryl Streep önderliğinde Pierce Brosnan, Stellan Skarsgard, Colin Firth, Julie Walters, Christine Baranski gibi kıdemliler karşısına Amanda Seyfried, Rachel McDowall, Dominic Cooper gibi genç nesil oyuncular yer alıyor. Öykünün akışı içinde karakterler arasındaki düşünce ve duygular Abba şarkı temaları ile destekleniyor. Yıllardır kulağımıza yerleşmiş şarkıların yarattığı çoşku filmin en büyük silahı . Bir ‘Fernando’yu ‘SOS’ i veya ‘Dancing Queen‘i kim unutabilir. Veya tekrar dinlemekten zevk almaz. Filmin en büyük artısı eserin Broadway ayağını yöneten Phyllida Lloyd’un sinemada da yönetmesi.

Donna (Meryl Streep) ve kızı Sophie (Amanda Seyfried) bir Yunan adasında pansiyon işleterek yaşamlarını sürdürmektedir. Babasını hiç tanımamış olan Sophie annesinin günlüğünden gizlice öğrendiği üç baba adayını gizlice yazdığı bir mektupla düğününe davet eder. Amacı kimin babasını olduğunu bulmaktır. Birbirinden çok farklı dünyaları olan üç baba adayı adaya gelmekte gecikmez. Fakat işler daha da karışır annesinin kaprisleri , iç dünyasında kopan fırtınalar , arkadaşlarının meseleye karışması tam bir curcuna yaratır.

Böyle bir curcuna Akdeniz klimasında çekilen bir müzikal için ideal. Güneş , deniz, sarp kayalar kartpostalında Abba şarkıları söyleyip, dans eden insanlar seyirciyi kolayca aralarına alıyor.

Eğlendirmeyi amaçlayan çoğu film gibi ‘Mamma Mia’da kendisini çok ciddiye almıyor. Olay örgüsünde mantığı zorlamak yersiz. Diyalogların aniden Abba’nın bilinen bir şarkısına dönüşmesi, arka planda şarkılara dans ve vokal ile eşlik eden ada halkı (ortaya çıkan bu insanlar gerçekten eğlenceli), Brosnan gibi şık sahnelerin oyuncusunun sınırlarını zorlayarak şarkı söylemesi, adanın doğal güzelliği, Julie Walters gibi yaşını başını almış bir oyuncunun mükemmel dans performansı sahneleri eğlendirme adına başarılı işler olmuş.Sonuçta sahne müzikallerinin beyaz perde uyarlamalarının asla sahnedeki kadar başarılı olmadıklarını da unutmamak lazım. Maryl Streep, hafif hüzünlü bakışları ve vücut diliyle hayatta tek başına ayakta kalmayı başarmış hafif huysuz bir karakterle mükemmel uyum içinde. Kızı Sophie de Amanda Seyfried sevimliliği ve capcanlı oyunculuğu ile filmin en dikkat çeken oyuncusu. Baba adayları için Skarsgard, Firth, Brosnan iyi seçilmiş bir üçlü. Bir de Brosnan şarkıcılık yeteneğini çok zorlamasaymış…



Emin Yeğinboy

FUTBOLSUZ BİR SİNEMA OLUR MU?

FUTBOLSUZ BİR SİNEMA OLUR MU?

23 Haziran 2008 


Seyrettiğim ilk futbol filmi çocuk yaşlarımda Metin Oktay’ın yaşamını anlatan Taçsız Kral (1961) oldu. Efsane golcünün bizzat kendisini oynadığı filmde doksana takma antremanları hala gözlerimin önünden geçen sahnelerdir. İkincisi ise yıllar son

Tam anlamıyla bir futbol şöleniydi. Futbol tutkunları için maçların televizyonlarda yaygın olarak gösterilmediği yıllarda Pele, Bobby Moore, Ardiles gibi efsane oyuncuların rol aldığı filmi seyretmek büyük olaydı.İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampında tutsak tutulan bir grup futbolcunun Alman Subaylarını 4-0 geriden gelerek 5-4 yenmesini anlatıyordu. Esas planları devre arasında yüzme havuzunun dibine açılmış bir tünelden sıvışarak özgürlüğe kavuşmaktır. Fakat kazanma hırsı onların çıkarak oynamayı tercih etmelerine neden olur. John Huston gibi bir ustanın çektiği film tüm zamanların en beğenilen ve bilinen futbol filmi oldu. Pele’nin kırık kolla attığı röveşata golü nasıl hafızalara kazınmaz?

Huston’ın Zoltan Fabri’nin en iyi filmi olarak gösterilen ‘Cehennemde İki Devre’ (1961) filminden bir hayli esinlendiğini de göz ardı etmemek gerekir. Arşivlere göz atıldığında futbol üzerine film sayısının hatırladıklarımızdan çok daha fazla olduğu görülür. Yine de büyük stüdyoların ve yapımcıların bu konuda motivasyon eksikliği çok belirgin. Hollywood’un Amerika’da çok popüler olmayan soccer (futbol) ile son yıllara dek çok ilgilenmediği bir gerçek. Diğer taraftan her hafta yirmi kamera ile canlı yayınlanan bir doksan dakikayı heyecan içinde yaşayan, her futbolcunun türlü duygusal tepkisini yakın plan anında izleyen seyirciye sinemanın sunacağı fazla bir şey kalmıyor. Aynı renklere gönül vermiş arkadaşlarıyla heyecanı, sevinci ve üzüntüyü her hafta paylaşan bir taraftar için kurgusal futbol filmi belgesel kadar soğuk kalır. Beyazperde de gördüklerinin onun adrenalinini yükseltmeye gücü yetmez.

Geriye otobiyografik veya futbolu arka plan olarak kullanan filmler kalıyor. Hollywood menşeli ‘Goal’ filmi son yılların iyi hasılat yakalayan filmlerinden birisi oldu. Meksika asıllı Munes’in keşfediliş, yükseliş öyküsü üç bölüm olarak planlanmış. İkincisi ilkinin başarısının uzağına düşse de üçüncüsü merak edilmiyor değil. 2001 yapımı ‘Sıra Dışı Sanıklar-Mean Machine’ sertliği ile ünlü eski futbolcu Vinnie Jones’un sürüklediği hapishanede geçen bir futbol öyküsüydü. Trafik cezası nedeniyle hapse düşen eski futbolcu Danny Meahan gardiyanlar ve tutuklular arasında düzenlenen futbol maçınının en gözde oyuncusudur. Mahkumların takımını yöneten Meahan bir çok baskıyla karşı karşıya kalır. ‘Hayatımın Çalımı-Bend İt Like Beckham’ (2002) oyuncularının sempatik performansları yanında İngiltere’de yaşayan Hint ailesinin geleneklerine bağlılığının sevimli portresi ve hepsinin üstünde futbola duyulan tutkunun sadece erkeklere mahsus olmadığını göstermesiyle başarılı bir film oldu. Otobiyografiler arasında geçen yıl gösterime giren Maradonna’nın yaşamını anlatan ‘Tanrı’nın Eli’ düz, kuru bir otobiyografi olmaktan öteye geçemeyen bir filmdi. Bu türün en başarılı örnekleri arasında belgesel olarak çekilmiş olan Zidane (2006) sayılabilir. Real Madrid-Villareal arasında oynanan lig maçında tüm kameralar sadece Zidane’ı izler. Real Madrid’in yüzüncü yılında çekilmiş olan Real-La Pelicula ise takımın evrenselliğini vurgulayan yarı belgesel bir filmdi.

Futbolu otobiyografik anlatılardan çok öyküye yedirerek nasıl bir tutku olduğunu gösteren filmler sinema tutkunları için her zaman daha ilgi çekici oldular. Bunların içinde Tibetli Budist Khyentse Norbu’nun senaryosunu yazıp yönettiği ‘The Cup’ (1999) Budizm ve futbolu kaynaştıran eğlendirici bir filmdi. Mistik ve buğulu havasıyla yaşantının sessiz bir akış içinde geçtiği Tibet manastırında Dünya Kupası finali yaklaştıkça bir kıpırtı başlar. Futbol tutkunu rahipler maçı seyredebilmek için çevre köylerden bir televizyon ayarlar. Futbolu seyrederken de kurallara kendi mistik öğretilerini eklerler. Bu ara Norbu’nun Amerika’da sinema eğitimi almış, Bertolucci’ye Küçük Budha filminde asistanlık yaptığını da küçük bir dip not olarak ekleyelim.

Mahalle yaşantısını ve futbolu harmanlayan bizden yapımlar da oldukça fazladır. Futbolu fena halde hayata benzeten ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’(2000) Bursa Esnafspor’un şampiyonluk mücadelesi çevresinde, sığ ve küçük yaşamları mükemmel yansıtır. Dram ve gülmecenin aynı çerçevede yer aldığı başarılı bir Serdar Akar filmi olarak hatırlanır. Kemal Sunal ‘ın Gol Kralı Şaban’ı veya ‘Gülşah-Küçük Anne’ gibi filmlerde futbol hep vardır. Metin Oktay’ın kendi yaşamını canlandırdığı Taçsız Kral’dan sonra 1962 de futbol ve futbolcu Suphi Kaner ‘in baş rolde oynadığı ‘Gol Kralı Cafer’ güldürüsünde beyazperdeye yansır. İki kişilikli bir karakter olan Cafer hem kahveci çırağı hem de ünlü kaleci Melih’tir. ‘L’Inafferabile-12’ adlı İtalyan komedisinin yerli uyarlaması olan filmi Hulki Saner yönetir ve Yeşilçam’ın Vahi Öz, İsmail Dümbüllü gibi ustaları rol alır. Yaşamı olaylar ile dolu olan kaleci Varol Ürkmez oyunculuğa geçtikten sonra artistik uçuşlarını filmlerinde de göstermeye başlar. ‘Şekerli misin Vay Vay’ filmi için Fenerbahçe-Altay maçında çekim yapılırken Varol Lefter’in sıkı bir şutunu havada lastik gibi kıvrılarak kurtarır. Lefter tüm ciddiyetiyle hakeme gider ve ‘Bre hakem bey, burada maç mı oynuyoruz yoksa film mi çekiyoruz? Şu Varol denen adama baksana kaleci değil aktör be’der. Ünlü futbolcuların Yeşilçam serüvenleri Nejat Saydam’ın yönettiği ‘Şenol Birol Gool’ ile devam eder. Kemal Sunal’ın unutulmaz filmleri arasında yer alan ‘Gol Kralı-İnek Şaban’ kendine özgü tiplemeleriyle futbolu tüm karakterleriyle karikatürize eder.

Kulüp tutkusunu taraftarların yaşam şekliyle anlatan filmler genelde İngiltere kökenli sinemacıların imzasını taşıyor. ‘Green Street Holligans’ (2005)West Ham taraftarları üzerinden holiganizmin tehlikeli dünyasını, genç yaşamların nasıl kaydığını anlatırken genç yönetmen Lexi Alexandre bu huzursuz insanların atmosferini mükemmel yansıtır. Son yıllarda iyi bir çıkış yakalamış olan genç yönetmenlerden Nick Love’un yönettiği Football Factory (2004) holiganizme sığınmış sosyal sorunlu insanların hikayelerini anlatır. Nıck Hornby’nin aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan ‘Fever Pitch-Futbol Ateşi’ tutkulu bir taraftar olmayı neşeli bir dille anlatıyordu. Futbol tutkusuyla işsizliğin sorunlarını unutmaya çalışan bir avuç insanın öyküsünü anlatan ‘Adım Joe- My Name is Joe’ ise Ken Loach etiketi taşıyan Pete Mullan’ın mükemmel oyunculuğuyla ruhunu yakalayan, anılması gereken bir film. Purely Beter-Daha İyisi Can Sağlığı (2000) 15 ve 17 yaşında iki New Castle taraftarının sezonluk bilet satın alabilmek için para biriktirme mücadelesini anlatan bir film. Ünlü golcü Alan Shearer’nda kısa bir rolünün olduğu film, taraftarlığı mizahi bir dille ele alıyordu.

Futbol konusuna Uzak Doğu sinemasının da kayıtsız kalması düşünülemez. Japon yönetmen ‘Shaolin Futbolu’ eski bir futbolcunun Kung-Fu öğrencilerinden futbol takımı kurmasını anlatır. Takım fantastik uçuşlar eşliğinde attığı goller ve çalımlar ile profesyonelleri yenilgiye uğratır. Japon imzalı manga filmler küçük yaştaki seyircileri televizyon karşısında etkileyen kahramanlar yarattı. Küçük Golcü ve Strikers gibi diziler futbolu çocuklara sevdirmeyi amaçlıyordu.

Wim Wenders imzalı Peter Handke öyküsünden sinemaya uyarlanmış olan ’Kalecinin Penaltı Endişesi- Die Angst des Tormanns beim Elfer’, Richard Harris’in son dönemine gelmiş bir futbolcuyu canlandırdığı ‘Futbolcunun Sonu-Bloomfield’ futbolu karakterlerinin yaşamında bir parça olarak işleyen filmler oldu.
Futbolsuz bir yaşamın düşünülemeyeceği bir dünya düzeninde futbolsuz bir sinema da düşünülemez.


Emin Yeğinboy

DIVING BELT and BUTTERFLY

Felçli ama bir kelebek kadar özgür..

 21 Nisan 2008 


DALGIÇ VE KELEBEK (Diving Belt and Butterfly) 


Yönetmen: Julius Schnabl Oyuncular: Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Max von Sydow, Marie Josee Croze


Sinemalardan kısa sürede kayıp giden 2008’in en iyi filmlerinden birisi olmaya aday ‘
Beyin damarlarındaki hastalık nedeniyle geçirdiği kriz sonrası çalışan bir beyin ve sol göz dışında tümüyle felçli bir vücut ile yaşamını sürdürmek zorunda kalan Jean Dominique Bauby’nin öyküsünü bir sinema filmi yapmak oldukça riskli bir proje.

AZ PİŞMİŞ BİR YUMURTA

AZ PİŞMİŞ BİR YUMURTA


Yönetmen ve Senarist: Semih Kaplanoğlu
Oyuncular: Nejat İşler, Saadet Işıl Aksoy, Ufuk Bayraktar, Tülin Özen


Yusuf (Nejat İşler) annesinin ölümü üzerine doğduğu, büyüdüğü kasabaya geri döner. İsteyerek terk ettiği topraklara geriye dönüş onun için, ge

Olmak istediği büyük kentli entelektüel şair kimliği ekmek savaşının sürüklediği sahaf dükkanı ile yer değiştirmiştir. Kazandığı bir şiir ödülü dışında şair olarak anılmak yolunda muazzam işler başaramamıştır. Ana yuvasına, Yumurta’dan çıktığı yere dönüşün beklenmedik fakat içten istenilen bir ziyaret olduğunu anlar. Burada onu sonsuz

BAKIŞ AÇISI -VANTAGE POINT

Terör soslu bir başkan öyküsü



BAKIŞ AÇISI-VANTAGE POINT


Yönetmen: Pete Travis
Oyuncular: Dennis Quaid, Matthew Fox, William Hurt, Forest Whittaker


Bakış Açısı, ilginç sayılabilecek kurgusu ile dikkat çekmeye çalışan bir film. Bir olayın entrikasını tanıkların farklı gözlemlerinin
Efsane yönetmen Kurosawa benzer bir kurguyu Rashomon‘da yapmıştı. Bir haydutun kadın yüzünden bir soyluyu öldürmesini öldürülenin ruhu dahil dört ayrı kimlikten yorumlamıştı.

JUNO

On yedi yaşında hamilelik nasıl olur?

 28 Mart 2008 

Yönetmen: Jason Reitman Senaryo: Diablo Cody
Oyuncular: Ellen Page, Michael Cera, Jason Bateman, Jennifer Garner

"Juno" her şeyden önce gençlik üzerine, romantik komedi kıvamında bir film. Öyle ‘American Pie-Amerikan Pastası’ ve benzerleri gibi.
Filmi başarılı kılan en büyük etken Juno karakterinin yansıttığı pozitif elektrik. Yaşının çok üzerinde olgun, kararlı, cesur diğer taraftan o yaşta olunduğu kadar sevimli, fırlama, hazır cevap. Senaryoyu yazan Diablo Cody’nin ve Juno’yu canlandıran genç oyuncu Ellen Page‘in performansı karakterin bu denli etkileyici yansımasında en önemli etkenler.

İHTİYARLARA YER YOK

İhtiyarlara yer yok

YAŞAMIN ACIMASIZLIĞINDAN İNSAN MANZARALARI

Yönetmen, Senaryo ve Yapımcı: Ethan ve Joel Coen
(Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından)
Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins

Oyuncular: Javier Bardem, Tommy Lee Jones, Josh Brolin, Woody Harrelson,Kelly Macdonald.


Hollywood’un klişeleri değişiyor mu? Daha genç yönetmenlerin özgün öyküleri ve dinamik anlatımları klasik sinemanın güvenilir şablonlarına dayanan filmlerine tercih ediliyor artık.

Sıra dışı karakterleri, sert, oldukça kanlı fakat bir o kadar da zekice yazdıkları senaryolarıyla kendilerine özgü bir sinema dili yaratmayı başarmış olan Coen Kardeşler bu son filmleriyle çıtayı biraz daha yükseltiyor. ‘İhtiyarlara Yer Yok’un genel atmosferine yükledikleri tekinsiz atmosfer ile toplumsal depresyonu ve çıkışsızlığı baştan sona hissettiriyor.

İndiana Jones: Kristal Kafatası Krallığı

 

 25 Mayıs 2008 

ESKİ DOST YENİDEN ARAMIZDA

Yönetmen: Steven Spielberg Oyuncular: Harrison Ford, Cate Blanchett, Karen Allen, Shia LeBoeuf, John Hurt

On dokuz yıllık aradan sonra İndiana Jones döndü. Hem de şanına uygun bir şekilde. Hızlı, dinamik, vurdu mu deviren

Bu kez hafif kırlaşmış saçlarıyla ellili yıllarda karşımıza geliyor Jones. 1957, Amerika/Rusya arasında soğuk savaşın hüküm sürdüğü yıllar. Güneybatı çölünde askeri bir üsse Ruslar baskın yapar. Yanlarında rehin getirdikleri İndiana Jones ve yardımcısı Mac (Ray Winston) vardır. Ruslar ve para psikolog liderleri İrina Spalko (Cate Blanchett) Kutsal Hazine Avcıları macerasının sonunda İndy’nin Amerika’ya getirdiği kutsal sandığın peşindedir.

Yılların akışıyla, Kırbaçlı Adamın geleneksel düşmanları olan Nazilerin yerini Ruslar almıştır. Soğuk savaş döneminde Amerikan paranoyasına dönüşmüş olan komünist avı İndiana Jones’u bile hedef alır hale gelmiştir. Marshall Kolejindeki işini kaybetme noktasına kadar gelen kahramanımızın tek çıkışı bir süre çevresinden uzaklaşmaktır. Lucas ve Spielberg serinin her filminde dönemin arka plandaki olaylarına yüzeysel olsa da şöyle bir dokunmuşlardır. Son Macera’da Nazilerin kitapları yakması, Kırbaçlı Adam’da tarikat vahşeti gibi… Onu çevreden uzaklaştıracak neden kendiliğinden ortaya çıkar. Kutsal Hazine Avcıları’nda kendisiyle onca tehlikeye atılan eski göz ağrısı Marion’un motosikletli ve deri ceketli oğlu Mutt (Shia LeBoeuf) Peru’ya kayıp altın şehri keşfetmeye gitmiş ve ortadan kaybolmuş Profesör Oxley (John Hurt) için yardım ister. Artık deri ceketi ve şapkayı tekrar giyme zamanıdır. Kahramanlarımız Güney Amerika’da yalnız kalmazlar. Ruslar burada da karşılarına çıkar. Akator uygarlığının ünlü kristal kafataslarını ele geçirerek dünyaya hakim olma ihtirası gözlerini döndürmüştür. Rus İrina Spalko İndiana karşısına çıkan ilk kadın düşman. Ama ne düşman. Önceki maceralarındaki kötüler Fransız Arkeolog Rene Belloq, Tungee tarikatı lideri Mola Ram, Kutsal Kase peşindeki aristokrat Donovan bu medyum kadının kötülüğü karşısında ana okulu çocuğu kadar masum kalır.

Yeni İndiana Jones serinin tüm klasik öğelerini kullanıyor; karanlık dehlizler, tuzak dolu tapınaklar, dev karıncalar, akrepler, zehirli ok atan yerliler, dev şelaler… Geleneksel araçlar üzerinde aksiyon bir kez daha askeri bir zırhlı araç üzerinde vuku buluyor. Kılıç düellosundan her türlü dövüşe kadar zenginlik içeren bir aksiyon menüsü. Eskileri hatırlarsak Son Macera’da askeri bir tank, Kırbaçlı Adam’da maden vagonu, Kutsal hazine Avcıları’nda yine askeri bir kamyon final aksiyonlarının araçları olmuştu. Lucas ve Spielberg farklı bir final ile geleneksel İndiana Jones ruhuna ters düşüyor. Çok sevdikleri bilim kurgu bir şekilde bu serinin dışında kalmalıydı. Marion ve İndy’nin tekrar bir araya gelmeleri filmin en hoş sürprizi oluyor.

Eski dost(lar) ile tekrar karşılaşmak keyif verici bir olay. Yılın en renkli ve eğlenceli filmlerinden birisi.

Emin Yeğinboy

SİDNEY LUMET 'in MUHTEŞEM DÖNÜŞÜ

SİDNEY LUMET 'in MUHTEŞEM DÖNÜŞÜ

 20 Şubat 2008 



Şeytan Duymadan Önce (Before the Devil Knows, You're Dead)

Yönetmen: Sidney Lumet
Oyuncular: Philip Seymour Hoffman, Ethan Hawke, Albert Finney, Marisa Tomei

Anne ve babaya ait dükkanı soymak, bu nasıl bir iş? Toplumsal yozlaşmanın son durağı olmalı bu!

Sinematografisinde yönettiği 70 sinema ve TV filmiyle en verimli yönetmenlerden olan Lumet'i en iyi 12 Öfkeli Adam 1957), Serpico (1973), Köpeklerin Günü (1975), Küheylan (1977), Şebeke (1977) gibi filmler tanımlar.



Doksanlı yılları vasat yapımlarla sessiz geçiren usta nihayet klasını konuşturan bir filmle geri dönüyor. Coen Kardeşlerin başyapıtlarından sayılan Fargo‘dan anımsadığımız beceriksizce planlanan bir aile içi soygunu, Lumet zaman içinde geriye dönüşler ile anlatıyor. Her bir karakter için soygun öncesine giderek içinde bulunduğu çıkmazı ayrıntılarıyla anlatıyor.

BU ULAK GELMESE DE OLUR!

BU ULAK GELMESE DE OLUR!

 31 Ocak 2008 

ULAK

Yönetmen: Çağan Irmak Oyuncular: Çetin Tekindor, Yetkin Dikinciler, Hümeyra, Şerif Sezer, Melis Birkan.

‘Babam ve Oğlum’un olağanüstü başarısından sonra Çağan Irmak‘ın yeni projesi ‘Ulak’ merakla bekleniyordu.

Olağanüstü bir başarıdan sonra çoğu yönetmen sonraki filmini kişisel mi, yoksa popüler beklentileri karşılayacak türde mi yapacağı konusunda ikilem yaşayabiliyor. Örneğini sinemada çok sık gördüğümüz bir durum. ‘Ulak’ filmi Çağan Irmak’ın her ikisini de birleştirme çabasını gösteriyor.

Amerikan Rüyası ve Suç Dünyası

Amerikan Rüyası ve Suç Dünyası

 21 Ocak 2008 

AMERİKAN GANGSTERİ


Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Denzel Washington, Russel Crowe, Josh Brolin, Lymari Nadal.


Yetmiş yaşına merdiven dayamış Ridley Scott, Oscar adayı olabilecek bir öyküyü daha önce bu ödülü kazanmış oyuncular ile iddialı bir şekilde beyaz perdeye yansıtmış. Ustaca kotardığı hızlı anlatım tekniğiyle üç saate yakın süren bir öyküyü hiç sıkmadan, akıcı bir şekilde anlatıyor. 1968 Nixon dönemi, Vietnam savaşı tüm şiddetiyle sürüyor.