yazarlar

USTA VE MÜRİD

  

Paul Thomas Anderson ismini ilk olarak 1997’de “Ateşli Geceler-Boogie Nights” ile tanımıştık. Genç yönetmen porno endüstrisinin kamera arkasını ve yetmişli yılların toplumsal yapısıyla olan ilişkisini etkileyici bir şekilde anlatmıştı. Sonrasında “Magnolia”(1999),”Punch Drunk Love “ (2002),”Kan Dökülecek” (2007) Anderson’u genç neslin en sağlam yönetmenleri arasına soktu. “The Master” da bu kez ellili yılların Amerika’sını tarikat, cemaat ilişkisi üzerinden yansıtıyor. Savaşın yarattığı psikolojik boşlukta, din ve inancı kullanarak işlerini “The Cause” tarikatı üzerinden yürüten Lancaster Dodd’un (Philip Seymour Hoffman) toplumun zengin kesiminde hatırı sayılır sayıda müridi vardır. Orduda uyumsuz davranışları ile dikkat çeken deniz piyadesi Freddie Quell (Joaquin Phoenix) ise döndükten sonra işsizlik ve alkolün pençesine düşer. Yolu bir şekilde Dodd ile kesişir ve kısa sürede onun sağ kolu olur. Freddie ‘nin kontrolsüz davranışları, seks ve alkol bağımlılığı ise ciddi bir sorun olarak devam eder.   

HANEKE’DEN AŞKIN TANIMI


 
 

Yaklaşan 2013 Oscar yarışmasında Yabancı Dilde Film kategorisinin adayları açıklandı. En büyük favori “Aşk” bu hafta gösterime girdi. Cannes, Los Angeles, New York Eleştirmenler Birliği dahil olmak üzere bir çok ödülle donanan film, aşkın iç yüzünü yetmişli yaşlardaki bir çiftin yaşamından yansıtıyor. Cannes Film Festivalinde ikinci kez Altın Palmiye kazanan yönetmen ve senarist Michael Haneke öyküsünü kendisinden alışık olmadığımız bir duygusallıkta ele alıyor. Auteur yönetmen olarak öykülerini de yazan Haneke’yi zamanın ruhunu iyi kavramış bir düşünür olarak tanımlayabiliriz. O bir düşünür olarak elindeki aynayı insan ruhunun derinliklerine, yaşamda çeşitli yollar ile saptırılmış gerçeğin “gerçeğine” tutar ve sinemasına yansıtır.
 
 
 
 
 
 
 
 

AMERİKA'NIN ÇÖKÜŞÜ


 
Yönetmen ve Senaryo: Andrew Dominik
Oyuncular: Brad Pitt, Richard Jenkins, Ray Liotta,Peter Gondolfini. 

“Amerika bir ülke değildir, Amerika bir işletmedir” borsa veya banka oyunlarını konu alan bir filme ait  cümle değil. Suç filmi “Kibarca Öldürmek-Killing Them Softly”nin verdiği mesaj. Hem de Obama’nın birliği, beraberliği, mutlu Amerikalıyı tanımladığı konuşması üzerine. Amerikan rüyasının arka yüzünü, ekonomik krizle sarsılan bireylerin mutsuzluğunu yansıtabilmek için Yeni Zelandalı genç yönetmen Andrew Dominik bir kumarhane soygunu ve sonrasındaki olayları metafor olarak kullanıyor. En son “Korkak John Ford’un Jesse James Suikasti” filminde Brad Pitt ve Casey Affleck’le birlikte, karakter odaklı bir westerne imza atan Dominik, bu kez sevdiği uzun diyalogları ve yakın plan çekimleri yeraltı dünyasına taşıyor. Agresif ve tedirgin atmosferi kusursuz yaratıyor. Kimsenin kimseyle dost olmadığı, her an birisinin konuşmayı yarıda keserek diğerini vurabileceği bir dünya söz konusu olan.
 
 

BİLBO BAGGINS KÖYÜNÜ TERKEDİYOR


 

 

HOBBİT : BEKLENMEDİK YOLCULUK
YÖNETMEN: PETER JACKSON

SENARYO: FRAN VALSH,PHILIPPA BOYENS,PETER JACKSON,GUILLERMO DEL TORO

OYUNCULAR:  MARTIN FREEMAN, IAN MC CALLEN,RICHARD ARMITAGE,CATE BLANCHETTE,HUGO WEAVING.

 

“Toprağın içinde bir kovukta bir Hobbit yaşardı” insanlık tarihinin en fazla okunan macerasını başlatan cümle olur. Oxford’da Ortaçağ İngilizcesi Profesörü olan J.J.R.Tolkien’in 1937’de “Hobbit”i bu açılış cümlesiyle çocuklar için bir şeyler yazmaya başladığında, tüm zamanların en ünlü romanı olan “Yüzüklerin Efendisi”nin başlangıcı olacağını nasıl bilecekti ? ”Yüzüklerin Efendisi” beyazperde de Peter Jackson’ın yönetiminde 3 milyar dolar gişe getirisiyle tarihin en fazla seyredilen üçlemesi oldu. Son bölüm "Kralın Dönüşü"ün gösterime girmesinden on yıl sonra, her şey öykünün en başına dönüyor. Mutlu bir Hobbit olan Bilbo Baggins’in maceraya atılması anlatılıyor. Köyündeki mutlu ve rahat yaşamından asla ayrılmayı düşünmeyen Bilbo, büyücü Gandalf’ın ısrarlarına dayanamaz ve 13 cüceyle yollara düşer. Hedef cücelerin kötü ejderha Smaug’a kaptırdıkları Yalnız Dağ’daki toprakları geri almaktır. Orta Dünya sakinleri olan Elfler, Orklar, Goblinler, Troller sıraları geldikçe bu yolculuğu engellemeye çalışırlar.
 
 
 


2012'NİN EN İYİ TÜRK FİLMİ:TEPENİN ARDI


Ataerkil bir aile düzeninin dışarıda düşman yaratarak düzenini bozmama mücadelesini, sarsıcı ve tedirgin edici bir dille anlatan “Tepenin Ardı” bu yılın açık ara en iyi Türk Filmi. Emin Alper’in yazıp yönettiği film, başta Berlin (Caligari ödülü) olmak üzere İstanbul (en iyi film), Taipei (en iyi film), Karlovy (en iyi film) en son Asya-Pasifik (en iyi film) festivallerinden çeşitli ödüllerle döndü. Toplamda 14 ödül kazandı. Yaban bir araziden, yaban bir yaşam şekli, ülke toprakları üzerinde birçok aileye yansıtılabilir. Ataerkil hakimiyetin altında baş kaldıramayan aile bireyleri içlerindeki suçluluk duygusunu dışarıdaki “ötekilerin” sırtına yükleyerek  rahatlıyor.
 
 

RUHUNU ARAYAN PİLOT


 

Yönetmen: Robert Zemeckis

Senaryo: John Gatis

Oyuncular : Denzel Washington, John Goodman, Kelly Reilly,Nadine Velasquez.

 

“Uçuş-Flight” 138 dakika süren bir psikodrama. Bir uçak kazası bağlamında kişiliği oluşturan duygu, düşünce, yetenek, ilgi, tutum, davranış ve eylem gibi yapı taşlarını tartışıyor. Alkolik bir pilotun iç dünyasını psikoanalitik yaklaşımla didik didik ediyor. Hikaye pilotun yetenek ve becerisiyle 102 yolcunun tümünün hayatını kaybedebileceği kazanın sadece altı ölümle sonuçlanmasıyla başlıyor. Bir anda kahramanlaşan pilot Whip Whitaker (Denzel Washington) gerçekte uçuş anında alkol ve uyuşturucu etkisi altındadır. Yaralı pilotun hastanede yapılan kan tetkiklerinde ortaya çıkan yüksek alkol ve uyuşturucu düzeyi, avukatının becerisiyle hasıraltı olur. Kendisini bekleyen sert ve yıpratıcı sorgulama sürecine rağmen alkol bağımlılığından kurtulamaz Whitaker. Hatta bir çok alkoliğin yaptığı gibi bağımlı olduğunu inkar eder. Bu durum uçak şirketini ve onu hukuken temsil eden kişileri rahatsız eder.





DRACULA’NIN KIZI AŞIK OLURSA




OTEL TRANSİLVANYA
YÖNETMEN: GENNDY TARTAKOVSKY
SESLENDİREN OYUNCULAR: ADAM SANDLER, ANDY SAMBERG,SELENA GOMEZ,KEVIN JAMES
Kont Dracula Transilvanya tepelerinde muhteşem bir otel inşa eder. Otel Transilvanya adını verdiği korunaklı otelinde artık 118 yaşına girmiş ergen kızı Mavis’i dışardaki vampir düşmanı insanlardan daha iyi korumayı, zaman zaman da çok sevdiği canavar dostlarını misafir etmeyi düşünmektedir. Dracula’nın en büyük aşkı Mavis’in annesi vampirlerden korkan insanlar tarafından öldürülmüştür. Bu olaydan sonra insanlara olan nefreti büyür ve kızını onlardan korumaya kararlıdır. Mavis’in 118. yaş günü kutlamasına tüm dostlarını başta Frankenstein, Mumya, Kurt Adam, Görünmez Adam olmak üzere davet eder. Tek sorun aralarındaki davetsiz misafir olan genç Jonathan’dır. Yolunu şaşırmış genç adamın,  insan olmasının dışındaki en büyük problem, Mavis’in kendisinden hoşlanmasıdır.  Baba Dracula’nın arzulayacağı en son şey kızının bir insana aşık olmasıdır.


İYİ AMERİKALI, KÖTÜ İRANLI

YÖNETMEN :BEN AFFLECK
OYUNCULAR: BEN AFFLECK, BRYAN CRANSTON, JOHN GOODMAN, ALAN ARKIN.

Operasyon : Argo” içerdiği sinemasal değerler açısından başarılı bir film. Koşut akan farklı cephelerdeki olayları, birbirine ustaca bağlayarak, tempo ve gerilimin aksamadığı, kıvamında bir sunum yapıyor. Sinemasever olarak daha ne ister insan? Alt metin düşünülmeden, sadece akan görüntülerin hipnotik etkisine teslim olunursa  sorun yok. Mağdur Amerikalı imajının karşısına zorba ve rahatsızlık verecek derece kötü İranlı’nın yerleştirilmiş olması insanı düşündürüyor. Amerika’nın ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi seven Hollywood, yıllardır süren İran gerginliğine tam deyimiyle bodoslama giriyor. 2006’dan bu yana İran’ı vurma planlarından bahsedilen Amerika’nın geçmişteki sorunu eşelemesi, bugün için yapılacakları meşru kılar mı ? Mantık şüphesiz kılmaz der de…

INGMAR BERGMAN VE YÜZLER


 

 

Anna Teyze Noel ağacının altındaki hediye sepetinden büyükçe bir paketi aldı ve Dag’a verdi. Dag heyecanla paketi açtı içinde bir film oynatıcısı olduğunu gördü, eline aldı yandaki kolu çevirerek oynamaya başladı. 10 yaşındaki kardeşi Ingmar ağabeyinin aldığı hediye ile ilgilenmeye başlamıştı. Yanına yaklaştı, oynatıcıyı eline almak istedi, ağabeyi izin vermedi . Bi koşu odasına gitti, avucu kurşun asker dolu geri geldi Ingmar. Elindekileri ağabeyine doğru uzattı ve oynatıcı karşılığında değiş tokuş teklif etti. Dag bir kurşun askerlere, bir oynatıcıya baktı, aklına kurşun askerlerden kurduğu ordu geldi ve kardeşinin uzattığı askerleri avucuna aldı. Oynatıcı artık Ingmar’ın olmuştu. Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden olan Ingmar Bergman’ın sinema ile ilk tanışması böyle olmuş. 1928 yılının Noel’inde ağabeyinden değiş tokuş ile aldığı çevirme kollu film oynatıcısı sayesinde.

Yaşamları ve sinema arasında bir bağ oluşturan yönetmenler, sık sık çocukluklarına dönerek bu dönemi filmlerinde yeniden yaşarlar. Fellini Rimini’de geçen çocukluk ve gençlik yıllarını “Aylaklar” ve “Amarcord” üzerinden neşeli bir tonda sonsuzluğa taşırken, Ingmar Bergman çocukluğunu travmatik ve kabus dolu yıllar olarak anımsadı. O dönemin travmalarını Tanrı’yı sorgulayan, babayı yargılayan unsurları birçok filminin ana temalarına iliştirdi. Son filmi olarak tittanımladığı “Fanny ve Alexander” çocukluğunun kabus yıllarını üç saatlik bir epik öykü olarak anlattı. Protestan papazının oğlu olarak dünyaya gelen Bergman dinin katı kuralları altında yetişti. Ceza, dua , itiraz edememe çocukluk yıllarının karanlığı, kabuslarının kaynağı olur. Babasının sert, otoriter kişiliği yalnız küçük Ingmar’ı değil annesini de yıpratır. Annesi sonunda evi terk eder. Babasının intihar etme tehdidi sonrası tekrar geri döner. Ingmar annesi ile sığınma ve sevgi dolu bir ilişki yaşar. Yönetmenliğinin yüzleri ön plana taşıdığı filmlerinde hep annesinin yüzünü canlandırmaya çalıştı. “Bir oyuncunun yüzü en güzel ifade aracıdır. Bakışları her şeyi anlatır. Kamera tümüyle nesnel bir gözlemci gibi yaklaşmalıdır ona…” Bu yaklaşımını en güzel ifade ettiği filmleri arasında “Sessizlik”, “Persona”,”Çığlıklar ve Fısıltılar”,”Sonbahar Sonatı”, ”Yüz Yüze” sayılabilir.

“Ayna Gibi”, “Winter Light” ve “Sessizlik” oda üçlemesi olarak tanımlanır. Bunların arasında “Sessizlik” içerdiği sinematografik büyü ve  iletişimsizliği en acımasız haliyle sunması açısından sarsıcı ve unutulmazdır. Bir tren seyahati sırasında hastalanan Ester, kızkardeşi Anna ve dokuz yaşındaki Johan bilmedikleri bir şehirde konaklamak zorunda kalırlar. Adı sanı, lisanı belli olmayan bu ülkede askeri idareyi belirtir şekilde tanklar dolaşmaktadır. Yerleştikleri otelde akciğer hastalığı artan Ester yatağa bağımlı olur.  Kızkardeşi Anna’dan daha fazla ilgi talep eder.  Anna ise kendi dünyasında yaşamakta bir tatilci havasındadır;  giyinir, kuşanır eğlenceye takılır, tanıştığı bir garson ile ateşli bir sevişme yaşar. Ablası Ester ile yaşadığı şiddetli tartışmada ondan ve onun yaşantısını yönlendirmeye çalışmasından nefret ettiğini haykırır. Küçük Johan ise otel koridorlarında dolaşır, bir cüce gösteri grubunun odasına girer. Mutlu ve çocuktur. Hasta Ester’in bakımını yaşlı bir otel çalışanı üstlenir. Tek kelime konuşamadan sevgi ve özenle iyileştirmeye çalışır.  Sonuçta Anna, Ester’i hasta yatağında bırakır ve Johan’ı alarak trenle geri döner. Tanrı’nın sessizliğe bürünüp kimseye yardım etmediği, sevginin boşluğa dönüştüğü, bireylerin şüpheye düştükleri bir durumdur. Pencereden süzülen ışık yatakta yalnızlığın ve hastalığın pençesindeki Ester’in yüzünü aydınlatır. Tanrı sıkışmış kuluna ışığını göndermiştir. Filmin umut veren tek sekansı olur.

“Persona” odak noktasına yine iki kadının ilişkisini alır. Sahnede Elektra’yı oynarken aniden susan Elisabeth’in rehabilitasyonu için hemşire Alma görevlendirilir. Susan ve susmayan iki kadının birlikteliği zamanla maske-yüz, gerçek-yalan, rol-kimlik ikilemleri arasında değişmeye başlar. Karakterlerin kırılmaya başladığı birisinin diğerine dönüşmeye başladığı görsel estetik unutulmaz bir sekans olur. Yüzlerin tüm ekranı kapladığı, bakışların seyirciye karşılık verdiği anlar onları kırılmaya, değişime ortak eder. Düş ve gerçeğin birbirine iç içe geçtiği öyküde hemşire Alma kasıtlı konuşmayan hastasının maskesini düşürür onun gerçeğini çözer. Bu süreci yaşarken kendi içinde yaşadığı değişim de sarsıcıdır, kendi gerçeğini yitirir.

“Çığlıklar ve Fısıltılar” bir kez daha kız kardeşler arasındaki sevgisizliğe odaklanır. Agnes acılı bir hastalığın pençesinde kıvranmaktadır. Ölüm döşeği başında toplanan diğer kız kardeşler Karin ve Maria, bakıcı Anna çaresizce çırpınmaktadır. Maria, Karin ile aralarındaki sevgisizliğe son vermek istemektedir. İletişimsizliği tensel dokunuş, şefkat ile yıkmaya çalışır. Karin ona karşı hissettiği sevgisizliği sözlere döker, sonrasında Karin’in sıcak yaklaşımından etkilenir. Her iki kız kardeş mesafeli, sevginin gösterilmediği evlilikler ile mutsuzdur. Bergman kullandığı koyu kırmızı tonlar ile tüm filmi boyuyor. Odalar, duvarlar, mobilyalar, yüzleri aydınlatan ışıklar, sekanslar arası geçişler her şey kırmızıya boyanmış. “Kırmızı ruhun rengidir” der Bergman. İletişimsizlik ve sevgisizlik geçmişi ve bu günü esir almıştır.               

                                

EVLİLİK VE ÇOCUK ROMANTİZMİ ÖLDÜRÜR MÜ ?

       

 


MÜKEMMEL PLAN-FRIENDS WITH KIDS
YÖNETMEN,SENARYO;JENNİFER WESTFELDT
OYUNCULAR:ADAM SCOTT, JENNİFER WESTFELDT, MAYA RUDOLPH, JON HAMM,MEGAN FOX.

        


Evliliğin romantizmi öldürüp öldürmediği arkadaş sohbetlerinin en sevilen, üzerinde bol bol geyik yapılan konularının başında gelir . “Friends with Kids-Mükemmel Plan” New York ta yaşayan üç çiftin ilişkileri üzerinden bu konuya küçük ölçekli bir gözlem sunuyor. Başlangıçta evli iki ve evli olmayan bir çiftin çocuksuz yaşamlarından kısa bölüm izliyoruz. Mutlu, çocuksu, seks odaklı bir restoran sohbeti geçiyor aralarında. Hatta çocuklarıyla gelmiş olan yan masalara kızıyorlar.  Buradan dört yıl sonrasına sıçrayan öyküde dünyaya gelmiş çocuklarıyla evli iki çiftin yaşamlarında eskinin uçarılığından eser kalmadığını anlıyoruz. Onların çocuklu yaşamlarına oranla, evli olmayan Jason (Adam Scott) ve Julie’nin (Jennifer Westfeld) yaşamlarıysa son derece rahattır. Aralarında bir aşk ilişkisi bile yoktur, yıllardır aynı apartmanda ikamet eden, çocuklukları bir arada geçmiş,  kanka düzeyinde iki dosttur. Kısa süreli aşk ilişkileriyle mutlu olup, evliliğin sorunlarına/sorumluluklarına karışmadan işleri idare ederler. Bireysellikleri yaşamlarında mutluluk gibi gözükmektedir.  Jason bir gün aniden Julie’ye evlenmeden çocuk yapmayı teklif eder. Julie’nin nın yaşı doğurganlık sınırının sonuna yaklaşmaktadır ve O Jason’ın gözünde mükemmel bir anne adayıdır. Planın ilk bölümü yani doğum safhası sorunsuz işler. Her iki tarafta kısa süre sonra özgür yaşamlarına geri döner. Bu geriye dönüş Julie’yi çok mutlu etmez, anneliğin duygu dünyasında bazı şeyleri değiştirdiğini fark eder.    

TEKSAS KIRSALINDA GARİP BİR AİLE

 


YÖNETMEN: WILLIAM FRIEDKIN
OYUNCULAR: MATTHEW Mc CONAUGHEY. EMILE HIRSCH, GINA GERSHON, THOMAS HARDEN CHURCH

Katil Joe hazmı zor bir film. Şiddet yüklü sahneler, birbirinden arıza karakterler, absürd  mizah, köhne mekanlarla tedirgin edici seyirlik sunuyor.  Amerika’da NC-17 kategorisinde değerlendirilen filmi,  17 yaşından küçüklerin ebeveynleri eşliğinde dahi izlemeleri yasaklandı. Film ABD’de sadece 14 salonda gösterime girebildi.  Kutsal aile kavramının tüm değerlerini yerle bir eden, şiddeti ve seksi tüm çiğliyle ön plana çıkartan film, Tracy Letts’in yazdığı tiyatro oyunundan beyazperdeye uyarlanmış. 

AKSİYON DENİLİNCE HEP ONU HATIRLAYACAĞIZ : TONY SCOTT


Los Angeles Vincent Thomas Köprüsü yakınındaki görgü tanığı “otomobilinden indi ve hiçbir tereddüt göstermeden kendini sulara bıraktı” şeklinde anlatır yönetmenin intiharını. Sinemanın zanaatkarları arasında en yetenekli olanların başında gelirdi Tony Scott. Hızlı akan kareler ile tempoyu baştan sona kesintisiz götürmesi onu gişede başarılı bir aksiyon yönetmenine dönüştürdü. Soluksuz akan aksiyon, seyircisinden ciddi bir enerji talep ediyordu. Aksiyon seven seyircinin de bunu sevdiğini biliyordu Scott ve günümüz aksiyon sinemasının tüm gereklerini yerine getirdi. Eleştirmenler cephesi ise klasik film akışını sevdiklerinden onun video estetiği kalıplarından hiç hoşlanmadılar. Sıradan, yanı başımızdan geçiveren insanlar onun kahramanları oldu. 

MÜZELİK KAHRAMANLARIN DÖNÜŞÜ

 

 

CEHENNEM MELEKLERİ 2-THE UNEXPENDABLES  

YÖNETMEN: SIMON WEST

OYUNCULAR: SILVESTER STALLONE, ARNOLD SCHWARZENEGGER, BRUCE WILLIS,JASON STANTHAM,CHUCK NORRIS, JEAN  CLAUDE VAN DAMME.

 

“Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı” özdeyişi sinemanın kültleşmiş aksiyon kahramanları için geçerli olmasa gerek. Nur değil de, dolar yağmasa 80 milyon dolarlık bir yatırımı “Cehennem Melekleri 2” filmine yapmaya kim cesaret ederdi ?  Yaş ortalaması 61 olan aksiyon ekibine bir göz atalım; Stallone 65, Schwarzenegger 66, Norris 71, Willis 55, Stantham 45, Van Damme 52,Landgrun 55… Sonuç olarak seksenli yılların aksiyonlarını özleyenlere selam çakan, en önemlisi kendisini ti’ye alan bir film var karşımızda. Aforizmatik ağır abi cümleleri,  kahramanların geçmiş filmlerine yapılan göndermeler oldukça eğlendirici.

GERÇEK UZAKTA DEĞİL, BELLEĞİMİZDE



GERÇEĞE ÇAĞRI-TOTAL RECALL
YÖNETMEN:LEN WISEMAN
OYUNCULAR:COLLIN FARRELL,KATE BECKINSALE,JESSICA BIEL,BRYAN CRANSTON



            
Zor telaffuz edilen Schwarzenegger soyadı, ondan kısaca hep Arnold olarak bahsetmemize sebep oldu. Yıllar aktıkça “Arnold filmi” olarak bir sinema türünün olup olmadığı bile tartışılabilir hale gelmişti. Genç, yaşlı her yaştan seyircinin hayran olduğu kasları, Avusturya Almancası gibi konuştuğu İngilizcesi yanında fiziğini öykü ile bütünleyen başarılı projeler onu filmlerinde yönetmenin ve diğer oyuncuların önüne taşıdı. Filmlerinin tekrar çevrimlerine çoğu yönetmenin gönüllü olmadığı haberlerini hep duyduk. Haklıydılar, Arnold’un karizmasını doldurabilecek oyuncu olmadan, bir tekrar çevirim başarısızlığa davetiye çıkartmak olurdu. Onun klasiklerinden “Gerçeğe Çağrı-Total Recall” pahalı bir bütçe, yeni bir bakış açısı ile tekrar çevrildi. 

BATMAN EFSANESİNDE SON DURAK







BATMAN KARA ŞÖVALYE YÜKSELİYOR-DARK KNIGHT RAISING

YÖNETMEN: CHRISTOPHER NOLAN
OYUNCULAR :CHRISTIAN BALE, TOM HARDY, ANNE HATTEWAY,MARION COTILLARD,MICHAEL CAINE,GARY OLDMAN, JOSEPH GORDON-LEWITT.



“Kara Şövalye Yükseliyor”  Nolan üçlemesine ve efsaneye son noktayı koyuyor.  Bunun gerçek bir son mu yoksa yeni açılımların başlangıcı mı olup olmadığını zaman içinde öğreneceğiz.  Christopher Nolan üçlemesinde, çizgi roman dünyasından gelen süper güçlü bir kahramana ve evrenine kazandırdığı yeni kimlikle dikkat çekti. Onun süper kahraman mitini yıkarak, güçlü ve karanlık yönleriyle ele aldı.  Gotham kentini masalsı, gotik mimarisinden bu günün New York’u ile Chicago’su arası bir kente dönüştürürken, efsaneye gerçekçi atmosfer getirdi. Fantastik öğeleri arka plana çekerek öyküyü polisiye çizgisine taşıdı. Kötü karakterlere psikolojik derinlik kazandırırken, onları günümüzün konjonktürüne aykırı antikapitalist ve kaos bağımlısı tipler olarak şekillendirdi. 

DÜŞLERİN KEŞKE HEPSİ GERÇEK OLSA




ŞAHANE MİSAFİR-MAGNİFİCA PRESENZA

YÖNETMEN: FERZAN ÖZPETEK

OYUNCULAR : ELIO GERMENO, CEM YILMAZ, MARGHERITA BUY

SENARYO: FEDERİCO PONTREMOLİ, FERZAN ÖZPETEK.

SÜRE:105 dakika.    




Ferzan Özpetek bizleri bir kez daha kendi dünyasına davet ediyor. Değişmez konuları olan geçmişin bugüne kurduğu köprü, yalnızlık ve hayal kırıklığı, geniş ailenin curcunası, iştah kabartan sofralar, mutfağın sıcaklığı, mutsuz eşcinsel ilişki, Sezen Aksu parçaları bu kez hayaletler ve tiyatro dünyası ile şenleniyor. Önceki filmlerinden alıştığımız kasvetli ve üzücü olabilen dramatik yapı ağırlığını komediye kaydırıyor. Bu konuda Türk seyircisi açısından Cem Yılmaz’ın canlandırdığı karakter önemli rol oynuyor. Ondan hep komik bir şeyler bekleyen seyirci perdede her gözüktüğünde hemen gülmeye başlıyor. İlginç olan filmin ürperten bir hayaletli ev hikayesi gibi başlayarak yavaş yavaş komediye doğru açılım göstermesi. Geçiş bölümünde bir an için “Beter Böcek” filminin modern  İtalyan versiyonu mu ? diye düşünmedim değil. 

Oyuncu olma hayalleri kuran Pietro Sicilya’dan Roma’ya gelerek bir ev kiralar. Bir reklam filminin seçmelerine katılmak niyetindedir. Geceleri bir pastanede ay çörekleri pişirir evde duyduğu sesler, hayal meyal gördüğü varlıklar ona yalnız olmadığı duygusunu verir. Bu varlıkların bir süre sonra sadece kendisine gözüken hayaletler olduğunu anlıyor. Onlarla iletişim kurmaya başlayınca 2. Dünya Savaşı yıllarında temsiller veren Apollonia adlı tiyatro grubu olduğunu öğreniyor. Sanat yaparken direnişçilere yardım eden topluluk bir gece ihbar üzerine sahneye çıkacakları saatte baskın yerler.  François Truffaut’nun unutulmaz “Son Metro” su ile hoş bir paralellik olmuş.

J.EDGAR : SAĞCI,ZEKİ VE SAPKIN




Clint Eastwood yönettiği son filmi “J.Edgar” ile Amerikan yakın tarihinden tartışmaya açık bir karakteri anlatıyor. 48 yıl boyu FBI gibi önemli bir kurumu tek başına denilebilecek hakimiyetle yönetmiş olan J.Edgar Hoover’ın kariyerini ve özel hayatını anlatırken, Eastwood kurumlara duyduğu güvensizliği bir kez daha vurguluyor.  Güvenlikten sorumlu bir kurumun istendikten sonra bireylerin güvenliğini ne kadar tehdit edebilecek hale dönüştürülebileceğini içeriden bakış ile sunuyor. Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Edgar özel yaşamında anne bağımlısı, eş cinsel kimliğinden öte yalnız bir insan. Tüm hırsı mesleğinde yükselmeye, iktidar sahibi olmaya yönlenmiş. Hoover suçluların yakalanmasında bu gün için standart olan parmak izi kaydı, suç mahalli ipuçlarının korunması, kriminal laboratuvarların kurulması gibi unsurların kurumlaşmasını sağlayan bir beyin. Federal büronun politik baskılardan uzak kalması için bir çok karar aldırır. Analitik olduğu kadar tehlikeli bir beyin. Amerikan başkanları dahil binlerce kişinin açıkları ve özel yaşamları üzerine dosyalar hazırlatır. Tabi ki gerektiğinde kullanmak üzere…

SESSİZ SİNEMA YILLARINA PARLAK BİR IŞIK

 

ARTİST-L’ARTİSTE

YÖNETMEN:MICHEL HAZANAVICIUS

OYUNCULAR: JEAN DUJARDIN, BERENICE BEJO,JOHN GOODMAN,PENELOPE ANN MILLER,JAMES CROMWELL.


Göz kırpmadan izlenecek bir film “Artist”. Sessiz sinemanın sesli filmlere geçiş yıllarını sessiz ve büyüleyici siyah beyaz karelerle anlatıyor. Geçmişin tüm detaylarını yansıtan görüntüler ve mükemmel oyunculuklar, sinemanın unutulmaya yüz tutmuş tarihini bir kez daha yaşatıyor. “Hugo”da  Martin Scorsese tarihin ilk yönetmeni George Mélies’i hatırlatırken bu yılın Oscar ödüllerine 11 dalda aday gösterildi. Sinema tarihini 1927 den başlayarak kırklı yılların başına kadar anlatan “Artist” ise on dalda aday oldu. Scorsese’in 3D teknolojisinin görsel üstünlüğünü mükemmel kullandığı “Hugo” ya oranla “Artist” sade ve Avrupa geleneklerine uygun bir film.

Yıl 1927 sessiz sinemanın büyük aksiyon yıldızı George Valentin (Jean Dujardin) son filmi “Russian Affair” ile salonları doldurmaktadır. Şöhretinin zirvesinde olan yıldız oyuncu filminin galasından sonra gazetecilere poz verirken hayranlarından bir genç kız fotoğraf karesine girer. Bu fotoğraf her ikisinin de yaşamını da farklı etkileyecektir. Sempatikliği ve güzelliği ile gazete sütunlarında dikkat çeken Penny Miller’ın (Bérénice Béjo) film stüdyolarının aranan bir yıldızı olması gecikmez. Sessiz sinemanın son yıllarıdır ve salonlar sesli filmleri karşılamaya hazırlanmaktadır.  Penny Miller sesli filmlerin şarkı söyleyen, dans eden kızı olur. Valentin sesli film çevirmeyi asla kabul etmez. Sessiz sinemanın yaşadığını kanıtlamak için senaryosunu yazıp, yönettiği “Tears of Love” filmi boş salonlara oynaması onda büyük hayal kırıklığı yaratır. Hayata küser.

Fransız yönetmen Michel Hazanavicius bildik melodram kalıplarında bir hikayeyi sessiz olarak anlatıyor. Anlatımına zamanın sessiz sinema salonlarında sürekli çalan piyano veya orkestra gibi arka planda müzik sürekli eşlik ediyor. Tabi ki dönemin ruhunu yakalayan Cole Porter, Duke Ellington vari klasik caza yakın  bir müzik. Sözün olmadığı yerde tüm anlamı oyuncuların jest ve mimiklerine yükleyen Hazanavicius bu konuda mükemmel seçimler yapmış. Cannes Festival’inde ve Altın Küre’de en iyi oyuncu seçilen Jean Dujardin kusursuz uyguladığı sessiz sinema oyuncu tekniğine perdeden taşan sempatikliğini ekliyor. Bérénice Béjo ise Penny Miller karakterinde son derece sempatik ve canlı bir oyunculuk sergiliyor. Yan rollerde John Goodman, Penelope Ann Miller, James Cromwell, Malcolm McDowell gibi deneyimli oyuncular dikkat çekiyor.

Sessiz ve siyah beyaz bir filmin 2012 yılında salonları ne kadar dolduracağını  önceden tahmin etmek çok olumlu rakamlar vermez. Çıkışını bu nedenle festivaller yolu ile yapan film, buralarda kazandığı toplam 47 ödül ve kulaktan kulağa yayılan olumlu eleştiriler sonrası yolculuğuna vizyon filmi olarak devam ediyor. Şaşırtıcı bir başarı . İnsanın içini ısıtan bir film olmasının bunda payı çok büyük.

Oscar adaylıklarının büyük bölümünün sinema tarihine ışık tutan iki film tarafından paylaşılması sevindirici bir tesadüf. “Hugo” yu seyrettiğimde Oscar’a layık bulmuştum, “Artist” bu konudaki görüşümü değiştirdi. Oscar’ı bu filmin hak ettiğini düşünüyorum.