yazarlar

İhtiyarlara Yer Yok - No Country For Old Man


YAŞAMIN ACIMASIZLIĞINDAN İNSAN MANZARALARI


Yönetmen, Senaryo ve Yapımcı: Ethan ve Joel Coen

(Cormac McCarthy’nin aynı adlı romanından)

Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins

Oyuncular: Javier Bardem, Tommy Lee Jones, Josh Brolin, Woody Harrelson,Kelly Macdonald.

  Hollywood’un klişeleri değişiyor mu? Daha genç yönetmenlerin özgün öyküleri ve dinamik anlatımları klasik sinemanın güvenilir şablonlarına dayanan filmlerine tercih ediliyor artık.'İhtiyarlara Yer Yok' kazandığı  2009 Oscar ödülü ile bu değişimin bir habercisi oldu.
Sıra dışı karakterleri, sert, oldukça kanlı fakat bir o kadar da zekice yazdıkları senaryolarıyla kendilerine özgü bir sinema dili yaratmayı başarmış olan Coen Kardeşler  çıtayı biraz daha yükseltiyor. ‘İhtiyarlara Yer Yok’un genel atmosferine yükledikleri tekinsiz atmosfer ile toplumsal depresyonu ve çıkışsızlığı baştan sona hissettiriyor. Uçuk kaçık tipleri yaratmada kusursuz işler başarmış olan Coen Biraderler ilk kez mesaj verme kaygısı taşıyor. Daha ilk karelerden itibaren boş, insansız Amerika doğasına eşlik eden Tommy Lee Jones‘un sesi geçmişte yaşadığı sadece zevk için 14 yaşında bir kızı öldürmüş genç bir çocuğun öyküsü filmin ruhunu deşifre ediyor. Boşluk, frenlenemeyen insan öldürme arzusu. Elinde taşıdığı basınçlı cıvata tabancası ile sakin ve ifadesiz bir şekilde insan öldüren Anton Chigurh (Javier Bardem) şüphesiz filmi ruhen taşıyan karakter. Başlangıç bölümünde Chigurh ile benzin istasyonunda çalışan yaşlı adam arasında sinema tarihinin en ilginç diyaloglarından birisi geçiyor. Öldürmek için kendisine geçerli bir neden arayan katil ile bundan habersiz avı arasındaki gerilim yazı tura ile sonlanıyor. Karakter yaratmadaki ustalıklarını atmosfer ve mekan konusunda da göstermeyi başaran Coen Kardeşler bu konuda yıllardır birlikte çalıştıkları görüntü yönetmeni ışık cambazı olarak anılan Roger Deakins’ten en büyük desteği alıyor. Bu yıl Oscar ödüllerine ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ ve ‘İhtiyarlara Yer Yok’ ile aday gösterilen Deakins’ın kamerası sıcak, bunaltıcı, çorak Teksas manzaraları ile karanlık, tekinsiz iç mekanlar arasında gezinirken karakterlerin ruhlarını resmediyor adeta. Filmin büyük bir bölümüne hakim sessizlik veya sinir bozucu çevre gıcırtıları Leone westernlerini anımsatıyor. Carter Burwell tekinsiz müziğiyle ortama gerekli katkıyı yapıyor. Bu atmosferde tüm film kara bir western gibi akıyor, gidiyor.


Her şey Lleweyn Moss’un (Josh Brolin) antilop avlarken çorak arazide tesadüfen bir çok ceset ve siyah bir çantada iki milyon dolar bulmasıyla başlıyor. Para ve cesetler uyuşturucu satışı sırasında çıkan çatışmadan geriye kalanlardır. Böyle bir paradan ne Moss’un ne de gerçek sahiplerinin vazgeçmeye niyeti vardır. Peşine düşen adamların tetikçisi psikopat katil Chigurh'dur. Adam öldürmeyi en ufak duygu emaresi göstermeden sadık bir görev bilinci içinde yürüten Chigurh sinema dünyasının en çarpıcı katilleri arasında yer almaya aday. Kurbanlarına öldürmeden önce kısa bir söylev vermeyi de ihmal etmeyen, filmin sergilediği vahşi, acımasız modern yaşam tablosuna en fazla katkı yapan karakter. Bu rolüyle En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ını (filmde baş rol erkek oyuncu olmadığını da belirtmek lazım) kazanan Javier Bardem bunu fazlasıyla hak ediyor.
Öykünün en önemli karakterlerinden birisi Tommy Lee Jones’un canlandırdığı Şerif Ed Tom Bell . Değişen ve erozyona uğrayan insan karakterine akıl sır erdiremeyen, üçüncü sayfa haberleri karşısında sarsılan, yılgın bir karakter. Nasıl olur da insanoğlu bu kadar vahşileşebilir? sorusuna yanıt veremeyen çaresiz bir kanun adamı. Josh Brolin bu yıl ‘Amerikan Gangsteri’nde başarıyla canlandırdığı uyuşturucu ticareti yapan polis rolünden sonra parayı kaçırmaya çalışan dürüst, iyi niyetli Lleweyn Moss karakterinde de son derece başarılı.


Seyircinin beklediği final gerçekleşmiyor. Film sonrası ‘ne oldu yahu?’ diye sorabiliyor salondan çıkarken. Coen Kardeşlerin de istediği bu sonuçsuzluk, boşluk duygusunun devamı. Final bölümünde Şerif Bell’in ihtiyar adam ve karısıyla olan konuşmalarında tam anlamlar çıkmasa da yaşamın ve acımasızlığın devam edeceğini düşündürüyor. İçine girilmesi zor bir film ‘İhtiyarlara Yer Yok’ . Bittikten sonra seyretmeye devam edilecek müstesna bir başyapıt.

KEN LOACH VE SIRADAN İNSANLARI 


Ken Loach’u kısaca ‘sıradan insanların yönetmeni’ olarak tanımlamak mümkün. Sıradan insanların kendi sosyal çevreleri içindeki gündelik yaşamlarını, başarılarını, yenilgilerini gerçeklik duygusundan kopmadan adeta bir belgesel çekercesine yansıtır. Bireyin yaşamında yaptığı seçimlerin, mağlubiyetlerinin yalnız kendi eseri olmadığını, çevre baskısının, yaptırımlarının sonucu, hatta bir gerekliliği olduğunu gösterir. Taraf tutar, solcu ve radikal kimliğinin gereği haksızlıkların ardındaki sömürücü güçleri yalın bir dille eleştirir. Bu değişmez duruşu Loach’un birbirinden çok farklı iki filminden bahsetmeyi mümkün kılmaz. Alt sınıf insanların dramlarını anlatmak duyguları yumuşatan melodram riskini de birlikte taşır. Bu duruma düşmemek Loach için bir görevdir; bunun için oyuncularını genelde tanınmamış veya profesyonel olmayan oyunculardan seçer, özgür diyalogları, doğal ışığı, gerçeklik duygusundan kopmayan direk bir sinematografiyi tercih eder. Karakterlerini sever, onların arkasında durur, sırtlarını sıvazlar fakat onlar için asla ağlamaz, ağlanmasını da istemez. Kararlarına saygılıdır; sonucun onlar için kötü olacağını bilse de müdahale etmez. Sonuç olarak, bu yaşam tüm seçimleriyle onlarındır. İçindeki adalet anlayışını asla duygularına yem etmez. Onun kaybeden iyi insanlarının arkasında yürek buran bir müzik hiçbir zaman duyulmaz. Baş karakterleri hayranlık duyulacak kahramanlar değildir. Hepsi etten kemikten, hatalarıyla yaşayan insanlardır. 

1936 doğumlu yönetmen, hukuk öğrenimi sonrası kısa bir süre tiyatro oyunculuğu yapar ve BBC televizyonuna girer. 1967'de çektiği ilk sinema filmi olan Poor Cow’da (Düşen Kadın) kenar mahallede yaşam mücadelesi veren bir kadını anlatır ve filmin gerçekliğini desteklemek için TV habercileri gibi aralara halkla söyleşiler koyar. 1969'da çektiği ikinci film Kerkenez’de (Kes) İşci sınıfının kötü yaşam koşullarını Yorkshire’daki bir madenci kasabasında geçen öyküsünde anlatır. Kapitalist sınıfı keskin bir dille eleştirirken, düzenin kurbanı genç bir adamda öyküsünü şekillendirir. Sonra sırasıyla Aile Hayatı (Family Life 1971), Kara Jack (Black Jake 1979), Bakışlar ve Tebessümler (Looks and Smile 1981), Gizli Dosya (Hidden Agenda 1990) filmlerini yapar. Bilhassa son iki film ile İngiliz toplumuna bitmez tükenmez eleştirilerini sürdürür. Bakışlar ve Tebessümler de işsizliğin gençlik hayallerini nasıl tükettiğini anlatır. Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan Gizli Ajanda ise İngiliz Polisi’nin Kuzey İrlanda’da yaptığı şiddeti ve provakasyonu yansıtır ve İrlanda meselesine ilk yaklaşımı olur. Artık izlenen bir yönetmendir ve daha olgun filmler yapma dönemine gelmiştir. Bu dönemin ilk filmi Ayak Takımı (Riff- Raff 1991) olur. Londra’nın kenar mahallerinde yaşayan ayak takımı insanların yaşamlarını mizaha kaçan bir dille anlatır. Bir sonraki filmi Yağan Taşlar 'da (Raining Stones 1993) ise aynı temayı Manchester’in kenar mahallerine kaydırır. Film bir kez daha Cannes Jüri Özel Ödülü kazanır.

1995 yılında çevirdiği Ülke ve Özgürlük (Land and Freedom) siyasal sinemanın en seçkin örneklerinden birisi olur. İspanya iç savaşına katılmış bir İngiliz’in gözünden faşistlere karşı savaş ve sol fraksiyonlar arasındaki tutarsızlıklar anlatılır. Loach solcuların arasındaki anlaşmazlıkların, savaşın belki de savaşların kaybedilmesindeki payın önemini vurgular. Yönetmen Carla’nın Şarkısı'nda (Carla’s Song 1996) Glaskow’daki otobüs şoförüyle Sandinist gerilla bir kız arasındaki aşktan yola çıkarak Nicaragua’daki iç çekişmelere ve gerçeklere yöneltir kamerasını. Adım Joe (My Name Joe 1999) ise Glaskow’da amatör bir futbol takımının antrenörlüğünü yapan, alkolik Joe’nun buruk yaşamını anlatır. Peter Mullan‘ın mükemmel performansı bu kişisel filmin en güçlü yanı olur. İlginç olan ağır İskoç aksanı nedeniyle film Amerika’da İngilizce alt yazı ile gösterilir. Afili Delikanlı'da (Sweet Sixteeen 2002) bu kez on altı yaşındaki Glaskow’lu Liam’ın dramı vardır. Uyuşturucu satıcılığından hapiste yatan annesinin hapisten çıkacağı günü dört gözle bekleyen Liam ona sıcak bir yuva hazırlamak istemektedir. İşsizlik ve hoş görüsüz toplum onun aşamadığı sorunlardır. Genç yaşının ataklığı onu kaçamadığı bir sona sürükler. Amerika’da bir grevi öykülediği Ekmek ve Güller'den (Bread and Roses 2000) sonra Demiryolcular'da (The Navigators 2001) özelleştirilen demir yollarında çalışan işçilerin her an işten atılma korkularını, sermaye tarafından ezilmelerini anlatır, Bu film usta yönetmenin kişisel anti global manifestosu olur adeta. 11 Eylül sonrası artan Müslüman/Hıristiyan çatışmasını Pakistanlı Casim ve Glaskowlu Roisin arasındaki aşkı öykülediği Duygudan da Öte-(Ae Fond Kiss 2004 ) filminde yorumlar. Duygudan da öte olan kültürel uyumsuzluğu iki taraf ta engelleyemez.

Özgürlük Rüzgarı (The Wind That Shakes The Barley 2006) ise İrlanda sorununu baştan alarak 1920'li yıllardan itibaren İRA’nın kuruluşunu, kardeşin kardeşi nasıl vurduğunu, İngiliz askerinin yaptığı zulmü etkileyici görüntülerle ve epik bir sinematografi ile anlatır. Bu film yönetmene bir kez daha Cannes’da 2006 En İyi Film Ödülü'nü kazandırır. Özgür Dünya (It’s Free World 2007) kaçak işçi sorununu, onların sömürülmesini tüm çıplaklığıyla gösterir. Bu işte iyi niyetli bir iş veren olmadığını iki kadın baş karakterinin tutarsızlığında yansıtır Loach.  Hayata Çalım At (Looking For Eric 2009) da futbol hastası postacı Eric hayranı olduğu Eric Cantona ile yaptığı hayali konuşmalar ile yaşamında yolunda gitmeyen sorunlara bir çare üretecek gücü toplamaya başlar. Eric Cantona'nın futbol ve yaşamı üzerindeki felsefesini yansıtan mükemmel bir melodram ile sinematografisine başarılı bir halka ekler.     

Ken Loach, popülist sınırların uzağında anlattığı gerçek öyküler ile yaşayan en tutarlı yönetmenlerden birisi olmayı sürdürüyor. Artık onun için dönüş yok.
VAVİEN


YÖNETMEN: YAĞMUR VE DURUL TAYLAN
SENARYO: ENGİN GÜNAYDIN
OYUNCULAR: ENGİN GÜNAYDIN, BİNNUR KAYA, SETTAR TANRIÖĞEN, SERRA YILMAZ.



 
Birçok filozof sanatın doğanın taklit edilmesi sonucu doğduğunu iddia eder. Öykünmek bu durumda sanatın vazgeçilmez bir parçasıdır demek yanlış bir tanımlama olmuyor. Ufak ayrıntılar yerli yerine oturduğu zaman öykünülen her eser yepyeni bir karaktere bürünebilir.

Taylan Kardeşler kendileri gibi kardeş olan Coen’lerden öykündükleri bir küçük kasaba hikayesinde, ayrıntıları ustaca işleyerek başarılı bir filme imza atmış. Sıradan insanların yaşamından çıkarılan bir dilim sade, sessiz fakat nereye gideceği merak edilir bir dille anlatılıyor.

Sinemamızda kara komedilere sık rastlanmaz, hele incelikle çevrilmiş olanı yoktur bile denilebilir. Taylan kardeşler bu türün en büyük özelliği olan komedi ve gerilim arasındaki çizgiyi mükemmel çiziyor. Her karakterin bir yanını gölgede bırakıp sonraki adımı merak edilir hale dönüştürmeyi başarıyor. Öykünün çok sert iniş çıkış içermemesi bu yüzden akışın tekrarlara sığınması bile oyuncuların dört dörtlük performansları ile göz ardı edilebilir bir hale dönüşüyor.

Avrupa Yakası’nın Burhan Altıntop’u Engin Günaydın bu kez yaşamından daha doğrusu evliliğinden mutlu olmayan bir adamı kendine özgü üslubunda mükemmel canlandırıyor. Ciddiyet ve gülünç olma sınırında trajikomik bir karakteri onun stilinde oynamak her oyuncunun başarabileceği bir iş değil. Canlandırdığı Celal karakteri esasında seyircinin nefret edebileceği kötülüğün karanlık tarafına geçmiş bir karakter. Coen’lerin ünlü Fargo (1996) filminde karısını kayınpederinden fidye koparabilmek için kaçırtan şaşkın damat Jerry bir Lundegaard (William H.Macy) karakterine yakın duran kötü bir koca. Tek handikapı seyircinin onu görünce otomatikman gülmeye hazır olması. Diğer taraftan bu durum oynadığı karakterin antipatik olma yüzdesini düşürüyor.

Senaryosunu Engin Günaydın’ın yazdığı Vavien’de diğer dikkat çeken performans Binnur Kaya’nın oynadığı Sevilay karakteri oluyor. Kocasının ağzının içine bakan, onun yaptıklarını yüzüne söyleyemeyen, içini yakın arkadaşlarına döken küçük Anadolu kasabasının ezik kadını. Babasının Almanya’dan gönderdiği paraları kocasından gizli biriktirmesi en büyük sırrı. Celal’in tüm aşağılamalarını aile gelenek ve görenekleri çerçevesine sokarak, göğüs geriyor. Kadın seyircilerin hemen sempatisini kazanan bir karakter oluyor Sevilay. Gerçekte bu kadar az karakter ile bir filmi götürmek ancak oyuncuların mükemmel performansları ile olabilirmiş. Ve bu da oluyor.

Kasaba yaşantısının sıkışmışlığını, tek düzeliğini yansıtmayı başarıyor Vavien. Herkesin herkesi izlediği, sosyal yaşantının piknik ile sınırlandığı sıkıcı bir yaşam. Mekan olarak seçilen Tokat’ın Erbaa (Tokat Günaydın’ın memleketi) ilçesi mükemmel bir seçim olmuş.

Filme baştan sona hakim kara mizahın daha sert, daha sürpriz bir final yapması beklentimdi. Sanki öyle bir finale cesaret edilememiş, standart katarsis duygusu tercih edilmiş gibi duruyor. Sade öyküleri anlatmak zor bir iştir ve Vavien ekibi bunun üstesinden gelmeyi başarıyor.

Seyircinin ilgisini fazlasıyla hak eden bir film Vavien.
KIRIK AŞKLAR, KIRILMIŞ YAŞAMLAR

Kırık Kucaklaşmalar - Los Abrazos Rotos

Yönetmen ve Senarist: Pedro Almadovar
Oyuncular: Penelope Cruz, Lluis Homar, Blanca Portillo, Jose Luis Gomez



Pedro Almadovar melodram türünü, hayatın gerçeklerini, acı ve tutkularını anlatan öyküler ile harmanlayan nevi şahsına münhasır bir yönetmendir ve değişmeyen bir sinema dili vardır.

Bilmediğiniz, herhangi bir filminden seyredeceğiniz rastgele bir kaç sahneden Almadovar olabileceğini kolaylıkla tahmin edersiniz. Kırmızı renkli bir kadifeye benzer filmleri. Kadife kadar yumuşak, dökümlü ve kışkırtıcı. Tutku, şehvet, kişisel sırlar, aldatışlar, saklı geçmişler, ailenin bir araya gelmesi veya dağılması, ölüm, geriye dönüş, kıskançlık, yalnızlık onun karakterlerini bekleyen akıbetlerdir. Aşk onun için şehvet ve tutku arasında gidip gelen bir tramvaydır. Filmleri sinema sanatına göndermeler ile doludur. ‘Sinema insan yaşamının boşluklarını dolduran, yalnızlığını unutturan bir nesnedir’ der söyleşilerde. Öyküleri ise onun bu iyimser söylemini yalanlar cinsten sert, acımasız, ölümcül yaşamları resmeder. En umulmadık anda ortaya çıkan bir öldürme, insanların yaşamını aniden tersine çevirir. Öldürme sahneleri şematik, ritüalize edilmeden duygudan arınmış olaylar olarak yansır perdeye. Öldürme anının şiddeti onun ilgilendiği bir mevzu değildir. O sadece sebep/sonuç ilişkisi için öldürtür karakterlerini. Tutkunun doyumsuzluğu, cinselliğin sonsuz labirenti içinde tüm kontrolü yitirtir karakterlerine. Her filminin omurgası vazgeçemediği melodramik temeli korur. Her şey onun üzerine inşa edilir. Komedi, gerilim, tutku melodram ile birleşir. Bazı sahneleri TV dizilerinin kitsch görüntülerini andırır. Makyajlı, frapan kadınlar oturup seks, aldatma üzerine geyikler yapar. Kırmızı başta olmak üzere tüm cafcaflı renkleri kullanmayı sever. Olay akışı ara sıra bir Yeşilçam filmi gibi seyreder.

Almadovar’ın son filmi ‘Kırık Kucaklaşmalar’ onun türüne alışkın seyirciyi memnun etmeye yetecek doza sahip. Geçmişteki yaşamını silmiş artık kör bir yönetmen, erkekleri tutkuyla kendisine bağlayan ve kullanan güzel bir kadın, yaşamını bir erkeğe adamış arka planda kalmış diğer bir kadın ve kadınını kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazır kıskanç ve ihtiraslı bir adam. Üstadın sevdiği tüm hasletleri yaşayan dört karakter. Mateo Blanco, takma Harry Caine (Lluis Homar) adıyla filmlere senaryolar yazan kör bir adamdır, aynı zamanda yapımcısı olan sadık arkadaşı Judith‘in yardımlarıyla yaşamını sürdürmektedir. Judith’in oğlu Diego ona senaryo yazımında yardımcı olmaktadır. Bir gün çıkagelen bir adam onun tüm yaşantısını geçmişine götürür. 14 yıl önce yaşanmış ve artık çekmecelerdeki resimlerde, video karelerinde yaşayan bir aşkı anımsatır. O zamanlar ünlü bir yönetmendir Mateo. Bir filminde oynatmak için seçtiği, zengin bir adamın metresi Lena (Penelope Cruz) ile yaşadığı tutkulu aşk tüm yaşamını değiştirmiştir.

Adı gibi kırık bir aşk öyküsü farklı zaman dilimlerine yaptığı atlamalar ile birleştirilerek anlatılıyor seyirciye. Dağınık yapıyı çoğunlukla resimler ve video kayıtları bir araya topluyor. Film genelde film setinde geçiyor. Film içinde film anlatımın temel dokusu oluyor. Almadovar’ın sinema aşkını bir kez daha kör bir yönetmenin kişiliğinde vurguladığı bir öykü. Öykü, karakterlerinin bir yanını hep karanlıkta bırakırken, gerilimli bir atmosfer yaratmayı da ihmal etmiyor.

Almadovar ile dördüncü filmini çeviren Penelope Cruz, muhteşem bir Femme Fatale oynuyor. Fiziği ve oyunculuğu karakterin tüm dünyası ile örtüşüyor. Cruz, İspanya’ya ait filmlere çok daha fazla yakışıyor ve daha iyi oynuyor. Hollywood yapımlarındaki turist duruşu ortadan kalkıyor.

Sinematografisinde ortalama bir Almadovar filmi olarak sıralanabilinir ‘Kırık Kucaklaşmalar’. Yine de onun sinema üslubunu layıkıyla yansıtan demirbaşların önemli bir bölümüne sahip. Birbirinden farklı duygusallığı yansıtan üç ayrı sevişme sekansının inceliğini yakalayabilmek için bile seyretmeye değer.

KİM KİMİNLE NEREDE - WHATEVER WORKS



WOODY ALLEN TEKRAR NEW YORK’TA 


YÖNETMEN: WOODY ALLEN
OYUNCULAR: LARRY DAVID, EVAN RACHEL WOOD 



Woody Allen son filmi ‘Kim Kiminle Nerede’ ile nevrotik büyük kent insanının dünyasına yeniden geri dönüyor. Bu karakterlerini yaşattığı New York sokaklarına yeniden kavuşuyor.


Yönettiği son üç filminde Maç Sayısı, Cassandra’nın Rüyası, Vicky Barcelona' da Avrupa kıtasına göç eden Allen’i, kendisinden çok da alışık olmadığımız konularda haşır neşir olurken izledik. Maç Sayısı ve Cassandra’nın Rüyası'nda da polisiye türüne göz kırpan Allen, Barcelona’da Avrupa hayranlığını yaşayan Amerikalılar ile dalgasını geçiyordu. Egosantrik, mizantropik  arayış içindeki New York bunalmışlarından artık vaz mı geçti derken ‘Kim Kiminle Nerede-Whatever Works’ geldi ve ben, şahsen huzur buldum. Onu bu evrende tanıdık, sevdik. Huysuz entelektüeller, şişik egolar, burjuvanın iki yüzlü dünyasını beyazperde de onun kadar keskin ve eğlenceli eleştiren kimse olmadı denilebilir.

Bu kez alter egosunu Larry David oynuyor. Seinfeld ve Curb Your Enthusiasm gibi TV dizilerinin yaratıcısı olan David yazdıkları, oynadıkları ile Allen’in adeta bire bir kopyası. Çevresi ile uyumsuzluk yaşayan, mesleği olan fizik profesörlüğünü de terk etmiş olan Boris Yelnikoff karakteri tam bir New York nevrotiği. Standart olan her şeyi eleştirirken, kendi standartlarını oluşturmakta zorlanan yaşamın her türlü sırrını fiziğin kuralları içinde açıklamak için çırpınan işin komiği çözdüğüne inanan kibirli bir adam. Buna karşın iki kez başarısız intihar girişimi yapıyor. Felsefe profesörü, lokantacı, yazar, fotoğrafçı gibi elit sınıfa ait arızalı tiplerle dolu bir çevre. Kısacası Woody’den görmeğe alıştığımız takıntılı bir karakteri oynuyor David. Sadece onun kadar sempatik gözükmüyor.

Film, tamamen teatral bir havada akıyor. Boris sık sık seyirciye dönerek içini döküyor. Bu muhabbet ortamı her şeyin bir oyun olduğunu hatırlatıyor izleyene. Allen, muhafazakar kesime bilhassa Cumhuriyetçilere olan eleştirilerini her zamanki şiddetinde sürdürüyor.

Kısaca Woody Allen geçmiş dönemdeki New York filmleri kadar formunda olmasa da, yine klasik üslubunu koruyan, eğlendirmeyi garantileyen bir filme imza atmış.


HOLLYWOOD EMPERYALİZMİ

Hollywood, Hollywood… Los Angeles kentinin kuzeybatısında yer alan bu küçük kasabanın günün birinde dünyanın en önemli endüstrilerinden birisinin merkezi olabileceğini kimse tahmin edemezdi. Yirminci yüzyılın başında Fransa’da ilk filmler çevrilirken Hollywood sakin kasaba yaşamını sürdürüyordu.
Amerikan sinemasının ilk filmleri New York’ta çekilir. Edison 1891'de kamera olarak kullandığı kinetografı bulmuştu, daha sonra da gösterici olarak kinetoskopu bulmuştu. Kinetoskopun filmleri perdeye yansıtabilme özelliği yoktu. Filmi perdeye yansıtmayı ilk kez Lumiere Kardeşler sinematograf ile yansıtmayı başarır. Sinemayı toplumsal bir olaya dönüştürmeyi başaran Lumiere’ler sinemanın mucidi olarak anılır.

Sinemada kullanılan tüm aletlerin patent hakları Thomas Edison’a aitti. New York ve çevresinde çekicilerin ve oynatıcıların izinsiz kullanımlarında onun için çalışan avukatlar ordusundan tazminat ödemeden kurtulmak mümkün değildi. Kaliforniya’da Edison ve şürekasının etkinliği azdı, en kötü ihtimalle sınırı geçerek Meksika’ya kaçmak da kötü bir alternatif sayılmazdı. Bilim insanı olmanın yanında iyi bir ticari zekaya sahip Edison, tekelci anlayışı ile gelecekte kısaca Hollywood olarak anılacak bir sinema endüstrisinin kuruluşuna neden oluyordu. Girişken bir iş adamı olan Cecile B. de Mille film stüdyosu kurabilecek iyi bir yer arıyordu. Ortağı Jesse L. Lasky ile Chicago ve New York’ta açtıkları iki stüdyodan istedikleri randımanı alamamışlardı. Kalabalık merkezlerin uzağında stüdyo açmak için yola çıkarlar. New York’tan yola çıkarak tüm Amerika’yı baştan sona dolaşırlar. Düşündükleri özellikte bir yeri bulamazlar. En son geldikleri Los Angeles’ta geriye dönüş için iki gün tren beklemek zorunda kalırlar. Beklerken çevrede sessiz, kendi halinde bir kasaba olan Hollywood’u keşfederler. Ve burada bir stüdyo kurulabileceğini düşünürler. Ortağı ile ceplerindeki on bin doları bir ahıra yatırırlar ve ilk Hollywood stüdyosu kurulmuş olur.

Lumiere sinema için ‘bu geleceği olan bir iş değil, çok panayır işi, sürse sürse altı ay, bilemedin bir yıl sürer’ der. Haklıydı, Grand Cafe'deki ilk gösteriden 18 ay sonra Lumiere ve arkadaşlarının filmleri artık ilgi görmez olmuş, açılmış olan birkaç sinema da kapanmıştı. Sinema artık seyyar satıcıların köylerde gösterdikleri sihirli fenere dönüşmüştü. 1897 yılında yayımlanan bir ilan sinemanın kaderini değiştirir: ‘Melies ve Reulos ile sanat sahneleri, akılları durduracak buluşlar, tiyatro sahneleri ile yeni bir sinema anlayışı, sokak ve günlük hayat değil sanat göreceksiniz’. George Melies 35 yaşlarında bir sihirbazın kurduğu tiyatroyu yönetmekteydi. 1897 yılında Paris dışında stüdyo kurarak filmler yapmaya başlar. Tiyatro deneyimini sinemaya aktarmaya başlar. Senaryo, oyuncular, kostüm, tiyatro gibi bölümler sinemanın değişmeyecek unsurları olarak ilk Melies tarafından uygulanır. Ona göre sinema, tiyatro sahnesi ile fotoğraf stüdyosunun birleşimiydi. Stüdyoda sahnenin bütününü çekecek şekilde kamerayı stüdyonun sonuna koyuyordu. Montaj anlayışı ise Lumiere’den tamamen farklı idi o tesadüfen keşfettiği film hilelerini kullanıyordu. Çektiği bir filmde Madeleine-Bastille seferi yapan bir otobüs aniden cenaze arabasına dönüşür. Gerçekte bu hile tesadüfen ortaya çıkar, pelikül tutukluk yapınca makine durmuş fakat çekimi yapılan araçlar durmamıştı, makine tekrar çalıştığında otobüsün yerini bir cenaze arabası almıştı. Bu rastlantı film hilelerinin başlangıcı olur. Melies daha sonra bu tekniği ‘Yok edilen Kadın’ filminde bilinçli olarak kullanır. Melies hayal ürünü sinemanın öncüsüdür, büyük mizansenli sahnelerin çekimi, bilinçsizce de olsa plan geçme, travelling, büyük plan gibi sinemanın temel özelliklerini ilk kullanan olmuştur. Büyük mizansenli tarihi filmleri ilk çeken Cecil B. De Mille onun açtığı yoldan yürümüştür.

Edison’a bağlı çalışan Edwin S. Porter ilk dönemin en önemli Amerikalı yönetmeni olarak dikkat çeker. Henüz kameralar çok az film aldığı için uzun gösterimler mümkün değildi. Bu durumda bile hikayenin bölümlere ayrıldığı western ve komediler en fazla çekilen ilk konulu filmler olur. Porter’ın 1903 yapımı ‘Büyük Tren Soygunu’ erken dönemin en önemli Amerikan klasiği olur. Kamera hareket halindeki trenin üzerine yerleştirilir, at sırtında soyguncuların patlayan silahları, tren içi sahneler, dışarıda hareket eden dekorlar sinema tarihinin ilk aksiyonunu sunar. Finalde soyguncunun silahını seyirciye doğrultarak ateş etmesi bazı salonlarda aşırı heyecana yol açar.

Tam bu yıllarda Fransa haftada bir düzine filmi ABD’e satıyordu, filmler gibi teknolojide Avrupa’dan ihraç ediliyordu. Ayrıca Güney Amerika pazarına da Fransa ve İtalya hakimdi. Kurulan ilk Film Patent Şirketine film hakları devredilmeden Amerika içi dağıtım ve gösterime izin verilmemeye başlanır. Fransız kameralarının ve teknik gereçlere gümrüklerde sudan sebeplerle zorluk çıkartılmaya ve sokulmamaya başlanır. Çok geçmeden kurulan MPPC karteli tüm teknik donanımın ve filmlerin satış haklarını ele geçirir. Artık bu kartel devreye girmeden bir filmin Amerika içi gösterimi mümkün değildir.1910 yılında yapılan anti-tröst yasasına kadar MPPC karteli Amerika’daki tüm piyasayı ele geçirir, dünya piyasasının ise yüzde seksenine hükmeder. 1915‘de ihraç edilen film uzunluğu 160 milyon feet olurken ithal edilen 7 milyon feet’e düşer. 1916 yılında devlet tarafından film bölümü kurulur, ülke içinde tröstleşme yasaklanırken yabancı ülkelerde kurulmasına engel olunmaz. Bu şekilde ululararası dağıtım tekeli ortaya çıkar. 1920’de Hollywood 36 farklı dilde alt yazı ile film üretmeye başlar. Sesli filmlerin başlamasıyla birlikte yabancı dilde ilk olarak İspanyolca seslendirmeler başlar. Sesli film standart olduktan sonra İngilizce konuşmayan ülkeler müzikal filmler ile memnun edilir. Müzikal filmlerin plakları da yan bir sektör olarak müzik endüstrisini beslemeye başlar. Doğu kıyısında yerleşmiş büyük firmaların sahibi olan Joseph Kennedy ‘filmler diğer Amerikan endüstrisinin ürünleri için sessiz satış elemanları olarak hizmet etmektedirler’ diyordu. 1930 yılında Amerikan filmlerinin satılan her bir cm feet uzunluğundaki parçası dünyanın bir yerlerinde üretilen malların 1 dolarlık bölümünün satışını yapmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın patlaması ile birlikte satışlar düşer. Bu kez Hollywood başka yollara başvurur. Örneğin Mussolini İtalya’sını güzel, faşizmi öven filmler yaparak İtalya’ya satarlar. Savaş sonrası film satışları patlar, insanlar savaşın yaralarını, moral bozukluğunu gidermek için bol bol film seyretmeye başlar. Hollywood’un egemenliği sadece ticari anlamda değil kültürel ve politik anlamda da gittikçe büyüyen bir ölçekte artar. Hiçbir ülke Hollywood’un kendilerini politik olarak kötü olarak göstermesini istemez. Bir ‘Geceyarısı Ekspresi’ filminin ülkemizde medyayı ne kadar uzun süre oyaladığını hatırlayalım. Her yıl birkaç ülke mutlaka kendilerini kötü gösterdiği için Hollywood’u protesto eder, kota koymakla veya Amerikan mallarını yasaklamakla tehdit eder. Tabi ki bu çıkışlar uzun süreli olmaz. Kültür emperyalizminin pazarlamasında direk olarak rol oynayan ABD hükümetleri bu tür tepkilerin uzun süreli olmasını engeller.

Altmışlı yıllarda Avrupa Sineması silkelenir. Fransa ve İtalya, Yeni Dalga etkisiyle etkileyici bir sinema dili yakalar ve salonlarda Amerikan Filmleri ile yarışmaya başlar. Rus ve Slav sineması da atağa kalkar. Bu uzun sürmez; seksenli yılların başında Hollywood teknolojik alanda yaptığı dev yatırımlar ile şaha kalkar. Artık salonlarda muhteşem efektler ile süslü filmler seyirciyi etkilemekte, uluslararası satış ve pazarlamada buldukları yasal boşluklar ile endüstri her geçen gün yatırımının kat ve kat fazlasını kazanmaktadır. Bazı Avrupa ülkeleri kendi film endüstrilerini koruyabilmek için Hollywood filmlerine kota koyar. Bu yasaklamanın önde gelen ülkelerinden Fransa 1993 yılında Amerika ve AB ülkeleri dahil toplam 116 ülke arasında yürürlüğe giren DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) anlaşmasından kültür ürünlerini pazarlık kapsamından çıkartır. Fransa Dışişleri Bakanı Juppe Amerika’yı ‘entelektüel terörist’ olmakla suçlar. Amerika bu anlaşma pazarlıkları kapsamında bir adım daha öteye giderek anlaşma kapsamındaki ülkelerde sinema sanatına devlet sübvansiyonlarını kaldırtmak ister. Dönemin Fransa Kültür Bakanı Jacques Touban kültürün çoğulculuk ve çeşitlilik olduğunu, bu zenginliği sınırlandırıcı tedbirlerin söz konusu olamayacağını söyler. Uzun pazarlıklar sonucu Fransa kazanır ve kültür ürünleri anlaşma dışında kalır. Amerikan sineması ekonomik olarak sürdürdüğü üstünlüğü din, milliyetçilik, özgürlük gibi kavramlar üzerine olan propagandist eğilimli filmleri uygun zamanlarda gösterime sokarak kültür emperyalizmindeki hakimiyetini de sürdürmektedir. 
Emin Yeginboy