yazarlar

SİNE HABER

 68. GOLDEN GLOBE ADAYLARI BELİRLENDİ


Akademi Ödülleri'nin en büyük yol göstericisi olarak tanımlanan Golden Globe'da bu yıl en dikkat çekici aday ise 7 dalda birden aday gösterilen Tom Hooper filmi, The King's Speech. Bu filmi 6 dalda adaylık ile David Fincher'ın The Social Network'ü ve David O. Russell'ın The Fighter'ı takip ederken The Tourist ve Alice in Wonderland de aday gösterilmesi süpriz sayılan filmlerden. Ayrıca Christopher Nolan'ın Inception'ı ile 4 dalda aday olduğu görülen ödül töreninde TV dizileri için belirlenen kategorilerde de adaylar açıklandı.

16 Ocak 2011 tarihinde The Beverly Hilton'da Ricky Gervais'in sunumu ile gerçekleştirilecek 68. Golden Globe kategorileri ve adayları, tam listesi:

En İyi Film (DRAMA)
Black Swan
The Fighter
Inception
The King’s Speech
The Social Network

KÖTÜLERDE SEVER

HIRSIZLAR ŞEHRİ –THE TOWN


YÖNETMEN: BEN AFFLECK
OYUNCULAR: BEN AFFLECK, JEREMY RENNER, REBECCA HALL, JON HAMM.

‘Hırsızlar Şehri-The Town’ 2010’un açık ara en iyi polisiye filmi. Film Noir geleneğinin modern takipçisi sayılabilecek kaderci, romantik ve lanetlenmiş karakterleri kutsayan bir film. Karanlık atmosfer, öykünün anti kahraman karakterleri ile bütünleşirken soygun filmlerinin karizmatik polis/soyguncu kovalamacasına referans olabilecek sahneler de dikkat çekiyor. İnsan ilişkilerinde ve soygun sahnelerinde ortaya çıkan dinamizm, öyküyü saran karanlık atmosfer ile mükemmel bir kontrast oluşturuyor. Sıklıkla gerçekleşen banka soygunları ile ünlenmiş küçük banliyö şehri Charlestown, kaderlerinin esiri karakterlerin üzerine sinmiş olan ‘sıkışmışlık/kaçamama’ duygusunu hissettirmeyi başaran bir mekana dönüşmüş.

 ÇAKAL



YÖNETMEN : ERHAN KOZAN
SENARYO: SERTAN TELLİ
OYUNCULAR: İSMAİL HACIOĞLU, UĞUR POLAT, ERKAN CAN, CÜNEYT TÜREL,NACİ TAŞDÖĞEN
Daha ilk sahnede Fahrettin Abi dışarıda havlayan köpeklere sinirlenir, seyirciye dönerek sunturlu bir küfür sallar. Sıra dışı bir filmin ilk işaretidir. Filmde 18 yaş sınırının olması diğer bir işaretti. Öykünün içine girdikçe on sekiz yaş sınırı konmasına neden olan küfürlü, argolu konuşmaların anlatılan yaşamların gerçek bir parçası olduğunu anlıyor seyirci. Rahatsızlık  yerini gerçekçi anlatımın etkileyiciliğine terk ediyor zamanla.

 ANGELINA JOLIE VE JOHNNY DEEP VENEDİK’TE


TURİST-THE TOURIST
YÖNETMEN: FLORIAN HENCKEL VON DONNERSMARCK
OYUNCULAR: ANGELINA JOLIE, JOHNNY DEEP, PAUL BETTANY, STEVEN BERKHOFF

Beklentileri karşılamayan filmler arasında ‘Turist-The Tourist’ bu yıl ilk sırayı açık ara kazanır. Angelina Jolie ve Johnny Deep’i bir araya getirmek dışında özelliği olmayan, biraz aksiyon sosu katılmış romantik bir komedi var karşımızda. Venedik’in güzellikleri arka planı süslerken ön planda Angelina Jolie şık kıyafetler içinde manken edasında salına salına yürüyor. Johnny Deep ise nevi şahsına münhasır oyunculuğunu sergiliyor, yaratıcılığını hissettiriyor, fakat onun için hafif kalan, üzerine yapışmayan bir karakter . 

AV MEVSİMİ


YÖNETMEN VE SENARYO :YAVUZ TURGUL
OYUNCULAR: ŞENER ŞEN, CEM YILMAZ, OKAN YALABIK, MELİSA SÖZEN,ÇETİN TEKİNDOR.

‘Av Mevsimi’ durgun bir su kenarında bulunan, kesik el ile başlıyor. Bir seri katilin soğukkanlılıkla işlediği bir cinayet serisi beklentisi uyandıran başlangıç, kısa sürede cinayeti aydınlatacak ekibin özel yaşantılarındaki iniş çıkışlara odaklanıyor. 

Polisiye ve melodramın içi içe geçtiği, arada kalmış bir film ‘Av Mevsimi’.
ÇAĞAN IRMAK’ TAN GERÇEKÇİ BİR MASAL
"PRENSESİN UYKUSU"
SENARiST/YÖNETMEN: ÇAĞAN IRMAK
OYUNCULAR: ÇAĞLAR ÇORUMLU, GENCO ERKAL,SEVİNÇ ERBULAK, ALİCAN YÜCESOY,SEVVAL BAŞPINAR.
Çağan Irmak yeni filmiyle masal ve animasyon dünyasına göz kırpıyor. Her iki türden  pasajlar ile süslediği öyküsü temelde önceki filmlerinde olduğu gibi karakter odaklı. Bu kez öyküsünü her zamankinden daha iyimser bir finale taşımayı tercih etmiş.  Öykülerinde geçmişin travmalarını unutamayan karakterleri, bu günkü yaşamlarında da eğreti, uyumsuz dururlar. Geçmişin acılarından bu günlerini de tüm ruhlarıyla kucaklayamazlar. gençliğinde yaşadığı tecavüzün ‘Mustafa Hakkında Herşey‘de Mustafa (Fikret Kuşkan) karısının geçmişiyle ilgili sırrın travmatik yaralarını iyileştirmezler.Bu kez geçmişlerindeki yaralarından daha güçlü çıkmış karakterler ile tanışıyoruz. Aziz (Çağlar Çorumlu) ve Neşet(Alican Yücesoy) çocuk esirgeme kurumunda büyümüşlerdir. Birisi halk kütüphanesinde diğeri ise markette çalışmaktadır. Seçil (Sevinç Erbulak) kızı Gizem(Sevval Başpınar) ile kocasının şiddetinden kaçarak yeni bir yaşama başlama gücünü göstermiştir. 
BAŞLANGIÇ - INCEPTION


YÖNETMEN: CHRISTOPHER NOLAN
OYUNCULAR: LEONARDO DICAPRIO, MARILLON COTILLARD, KEN WATANABE, JOSEPH GORDON-LEWITT

Christopher Nolan insan beyninin labirentlerini merak eden bir adam. Bu nedenle seyircisinin kafasını fena halde karıştıran filmler yapmayı seviyor. 2000'de yaptığı ‘Memento-Akıl Defteri’nde kısa zaman hafızası olmayan bir adamın öyküsünü, sondan başa doğru anlatarak hafif tertip bir kafa karışıklığına yol açmıştı. Nolan bu kez ‘Inception-Başlangıç’ ile rüyalar dünyasına giriyor. Rüyaların birinci, ikinci ve üçüncü katlarına iniyor sonra bir anda yüzeye, gerçek dünyaya dönüyor. Gerçek ve rüya arasındaki sınır belirsizleşiyor; en dikkatli seyircinin bile ayırt etmede ikileme düşmemesi, tüm sorulara yanıt bulması zorlaşıyor. Sürekli dalış ve çıkışlar vurgun etkisi yaratıyor. On yıl gibi uzun süren yazılım aşamasında, birçok şeyi ekleyip, çıkarmış olması senaryonun muhtemelen çok katmanlı yapısında etkili olmuş. Rüya gibi gizemli, kişisel, dokunulmaz bir konuya Nolan’ın perspektivinden bakmak oldukça ilginç bir deneyim oluyor. Öğrenilmiş her bilginin bilinçaltına depolandığına, rüya durumunda buraya sızılarak bilginin çalınabilir olduğuna inanıyor Nolan.Öykünün kahramanı Dom Cobb’da (Leonardo DiCaprio) bunun eylemcisi. Özel bir alet yardımıyla başkalarının rüyalarına sızarak yaptığı bilgi hırsızlığını mesleğe dönüştürmüş, defalarca yakalandığı için de ABD’ye girişi yasaklanmış. Bu manipülasyon sırasında rüyayı bilgi sahibi gerçek gibi yaşıyor. Günün birinde Saito (Ken Watanabe) adında zengin ve güçlü bir adam Cobb’a ,o güne kadar yaptığının tersini teklif eder; bir düşünceyi başkasının beynine yerleştirecek , kurban ise bunun kendi düşüncesi olduğuna inanacaktır. Karşılık olarak Cobb tekrar ülkesine dönüp, çocuklarına kavuşabilecektir . Görevimiz Tehlike veya Ocean 12 benzeri bir ekip rüya işlerinde kendisine yardımcı olmaktadır. Yıllardır ortağı olan Arthur(Joseph Gordon-Lewitt) kurbanların tüm yaşamını, alışkanlıklarını inceler, uzman bir rüya hırsızı Eames (Tom Hardy), kimyasallar konusunda uzman Yusuf (Dileep Rao) ve meraklı bir rüya tasarım öğrencisi Ariadne (Ellen Page) ekibi oluşturur.

Nolan’ın müthiş hayal gücü, birinci sınıf aksiyon sahneleri ile besleniyor. Öykünün duygusallığı ise en etkileyici yönü. Cobb’un karısı Mal ve çocukları ile olan geçmişi, dramatik olayları önleyememiş olması seyirci ile kuvvetli bir bağ oluşturuyor. Öykünün en insani, en gerçek yönünü yine bir aşk ilişkisi tamamlıyor. Başlangıç’ın çağdaş öncüleri sayılabilecek ‘Matrix’, ‘Dark City*Karanlık Şehir’, 13. Kat gibi filmlerin, Nolan’ın düş bahçesine birer pencere açtıkları yadsınamaz. Bu tür filmlerin ortak söylemi olan ‘Gerçek Yoktur’a kendi üslubu ve fantezi dünyası ile bağlanıyor. Bu noktaya gelirken her şeyin nasıl olduğunu anlamak, mantık bağlantılarını kurmak her an mümkün olmuyor. Tüm rüyaların aynı anda sürüyor olması oldukça zorlayıcı. Fazla zorlanmadan olayların akışına teslim olmak bu modern başyapıttan keyif almanın en iyi yolu.

Artık Titanik’in parlak çocuğu evresini geride bırakmış olan Leonardo DiCaprio 'Shutter İsland-Zindan Adası’ndan sonra psikolojik gerilimi yüksek bir rolde, Cobb karakterinde müthiş oynuyor. Marion Cotillard ise Cobb’un tek aşkı Mal rolünde mükemmel bir ‘Femme Fatale’ olarak karşımıza çıkıyor. Fransız kadınlara bu tür gizemli kadın rolleri nedense çok yakışıyor. Ken Watanabe kısa rolüne rağmen dikkat çeken bir performans sunuyor.

Christopher Nolan son yıllarda Batman serisine yaptığı iki katkı ile kendisinden çok bahsettirmişti ama bu kez teknisyen değil yaratıcı bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

AMAN SİZ ISIRILMAYIN

BİRİ BENİ ISIRDI-THE VAMPIRES SUCK

YÖNETMEN: JASON FRIEDBERG, AARON SELTZER
OYUNCULAR: JENN PROSKE, MATT LANTER,DIEDRICH BADER.

‘Biri Beni Isırdı-The Vampires Suck’,  ‘Alacakaranlık-Twilight’ serisinin ikincisi olan Yeni Ay’ın bir parodisi. Daha doğrusu,  parodinin parodisi. Kare kare tekrar çevirim olan ‘Biri Beni Isırdı’yı izlerken seyirci, esas filmin de bir parodi olduğunu algılıyor. Nasıl olmasın vampirlere karşı kurt adamlar , yakışıklı vampir ve melankolik bakışlı bir genç kız arasında yaşanan umutsuz aşk vs ….  Bir parodi için yeterli malzeme değilse ne ? 
BEYAZ BANT - THE WHITE RIBBON

MICHAEL HANEKE'DEN FAŞİZMİN KÖKLERİNE BAKIŞ

 YÖNETMEN: Michael Haneke
OYUNCULAR: Christian Friedel (Öğretmen), Ernst Jacobi (Öğretmen (ses), Leonie Benesch (Eva), Ulrich Tukur (Baron), Ursina Lardi (Barones), Fion Mutert (Sigi)

Beyaz Bant konusuna girmeden önce Michael Haneke sinemasına kısa bir bakış atmak, mesajlarını çözmek açısından gerekli bir adım olacaktır.

Michael Haneke elindeki aynayı insan ruhunun derinliklerine, yaşamda çeşitli yollar ile saptırılmış gerçeğin ‘gerçeğine’ tutmayı seven bir yönetmen. En doğrusu onu zamanın ruhunu iyi kavramış bir düşünür olarak tanımlamak olabilir. Medya simülasyonu, burjuva ahlakının ikiyüzlülüğü, vicdanın yok olması, aşkın şiddetle olan akrabalığı, güvenli yaşam duygusunun yıkılması senaryolarında sık sık başvurduğu ana parçalar. Kendisi bir söyleşide gerçeği tanımlarken ‘Gerçek her zaman parçalıdır, onu fragmanlar yoluyla kavrayabiliriz. Gündelik yaşamamız içinde çok ufak parçalar şeklinde görürüz ve çok azını anlayabiliriz’ diyor.

Standart orta akım izleyicisi bir sinema seyircisi için Avusturya asıllı Haneke iyi bir seçim olmayabilir. Şiddeti, nefreti, kötülüğü en çiğ, en sert şekliyle estetize etmeden yansıtırken seyircisini sürekli tedirgin edip onu düşünmeye, konunun bir parçası olamaya zorlar. ‘Ölümcül Oyunlar'da üst orta sınıf bir ailenin yazlık evlerine giren iki ergenin yaşattığı işkenceler veya ‘Piyano Öğretmeni’nde sevişmenin tecavüze dönüşmesi seyirciyi zorlayan sahnelerdir. İnsanların yaşamı, yaşamadan sadece ‘yapıyor’ olması, günlük ritüellerini yaşam olarak adlandırması, ilişkilerindeki yüzeysellik ve yabancılaşma Haneke’nin tüm filmlerinde yansıttığı, eleştirisel yaklaştığı temalardır. Medya kitle araçlarının sunduğu imajların salt gerçek olarak gösterilmesi ve bunların toplum tarafından böyle algılanmasına isyan eder. Bu çarpıtılmış gerçeklerin, bu gerçek yanılsamasının ekranlara hapsettiği aldatmacayı, insanlığın aczi ve kolaycılığının bir temsili olarak görür.

Her filminde kutsallaştırılan aile geleneğini, dışarıdan pürü pak gözüken orta sınıf ahlakını tehdit eden çağın başka bir gerçeği ile eşleştirir: Saklı-Cache ve Ölümcül Oyunlar’da burjuva ailenin güvenlik duvarlarının yıkılmasını, ilkinde babanın geçmişteki gerçekler ile yüzleşmesini ve bunu ön yargılarına, vicdani kılıflarına uydurarak rahatlama çabası, Piyano Öğretmeni’nde baskılanan duyguların yaşamı tehdit eden şiddete dönüşebileceğini, Kurdun Günü’nde insanın ilkel içgüdülerine sıkıştığı her zaman geri dönebileceğini, Bilinmeyen Kod’da şifreli kapılar ardındaki ulaşılmazlığı, ötekileri yok saymayı vurgular. Modern bireyin sıkıştığı anlarda başvurduğu dua ve inanç oportunizmi onun için çok ironiktir. Çoğunda son dua durumu kurtarmaya yetmez.

Haneke’yi yeniden gündeme taşıyan son filmi Beyaz Bant bir dönem filmi. Genelde öykülerinde yer ve zaman tanımlamayan Haneke bu kez 1913 yılından Protestan bir Alman köyünü ev ev inceliyor. Ebeveyn-çocuk ilişkilerine odaklanıyor. Büyüklerin güç kullanarak yaratmak istediği itaat, çocukların dünyalarında tuhaf yansımalar uyandırıyor. Köy içinde faili meçhul birçok olay vuku bulmaktadır. Çocuklar kaçırılıp işkence görmektedir, bir kadın ölü bulunmaktadır, köyün doktoru kurulan bir tuzak sonrası yaralanmaktadır. Haneke öyküsünü bu suçların çerçevesinde kurarken belli bir gerilimi yaratmayı ihmal etmiyor. Fakat bu gerilimi “suçlu kim, katil kim?” gibi soruları cevaplayarak çözme yoluna sapmıyor. Suçlunun bulunması rahatlatıcı, sorunları kişiselleştirecek bir sonuç olur. Onun derdi bu suçluluk psikolojisinin anonim bir suskunluğa dönüşerek toplumsal bir paylaşıma yol açmasını, 1913 yılının çocuklarının yirmi yıl sonrası olası Nazileri olarak hangi şartlar altında yetişerek geleceği şekillendireceğini göstermektir.

İtaatkar çocukların kollarına bağlanan ve masumiyeti simgeleyen beyaz bant gelecekte Nazilerin sembolü gammalı haç resmini taşıyan kol pazubantını andırıyor. Çocukların yetişmesini masumiyet iskeleti üzerine kurmaya çalışan yetişkinlerin dünyası ise suç ve günah dolu. Çocuk tacizi, kadının aşağılanması, işkence, kırbaç yetişkinlerin kapalı kapılar ardında saklı bir şekilde sürüp gidiyor. Faşizmin tohumlarının ne tür bir yetiştirme süreci içinde, yetişkinlerin hangi ikiyüzlü ahlak anlayışı ile örtüldüğü gerçeğini sakin fakat ürkütücü bir atmosfer içinde anlatıyor Haneke. Ülkemizde yakın geçmişte ortaya çıkan anonim suçların dışarıdan muhafazakar gözüken köylerde olması bu gerçeğin bir örneği değil mi? Burada faşizmin sadece Almanya içinde nasıl kök bulduğunu değil her yerde geçerli olabilecek kökenlerini sergiliyor. Çocuklar ise tüm baskıların altında suskun ve lanetli bir grup gibi topluca hareket ediyor.

Finalde her şey Tanrı’nın kutsal evinde inançlı kitlenin kutsadığı bir evlenme töreninden görüntüler içinde son bulurken yanıltılmış gerçekler üzerine kurulu yaşamlar, öğretilen ritüeller ardına sığınmış olarak varlıklarını sürdürmektedir. Tıpkı ‘Saklı’nın finalinde olduğu gibi. Hiçbir şey olmamışçasına akıp giden yaşam görüntüleri ile son buluyor.

Siyah beyaz resimlerin dönemi ve karanlığı mükemmel yansıttığı bir başyapıt ‘Beyaz Bant’. 2009 Cannes’da Altın Palmiye ödülü kazanan film Haneke’nin gözünden bir dönemden yola çıkarak tüm zamanlara uzanan mesajlar içeriyor.

" YOU AGAIN - YİNE Mİ SEN "


Yönetmen: Andy Fickman

Oyuncular: Kristen Bell, Jamie Lee Curtis, Sigourney Weaver, Odette Yustman

 

Hollywood’un ‘çığlık kraliçesi’ lakaplı Jamie Lee Curtis’i Alien serisinin Teğmen Ripley’i Sigourney Weaver’a karşı. Curtis’in, Halloween‘de(1978) peşindeki şeytani katil Michael Myers’in bıçağından kurtulmak için elbise dolabı içine saklandığı korku dolu anlar benim için unutulmaz sahnelerdir. Sigourney Weaver’ın uzay gemisinin içinde Alien(1980) ile yüz yüze geldiği sahnelerde herkes nefesini tutar.

" HARRY POTTER VE ÖLÜM YADİGARLARI "

HARRY POTTER GERÇEK DÜNYADA SAVAŞIYOR
   
YÖNETMEN : DAVİD YATES.
OYUNCULAR:DANİEL REDCLİFF, EMMA WATSON, RUPER GRİNT.


Harry Potter filmleri roman okuyucusu ile sinema seyircisini aynı paydada buluşturmada çok başarılı olamadı. Sinema seyircisi öykünün ruhunu yakalayabilmede ‘Yüzüklerin Efendisi’ veya ‘Yıldızlar Savaşı’ gibi serilerin etkileyici sinema dilini yakalayamadı. İlk iki bölümün Chris Columbus, üçüncünün Alfonso Cuaron, dördüncünün Mike Newell ve son iki bölümün David Yates gibi farklı stillerde yönetmenler tarafından çekildiğini düşünürsek, seride sinematografik bir ortak dilin neden oluşmadığı daha kolay anlaşılır.
" SAW 3D "

TESTERE, NEREYE KADAR ?

 
YÖNETMEN :KEVİN GREUTER
OYUNCULAR : TOBİN BELL, SEAN PATRİCK FLANERY, COSTAS MANDYLOR, BETSY RUSSELL


2004’de gösterime giren Testere 1  korku/gerilim türünün zekice kotarılmış bir örneği olarak dikkat çekmişti. Tek mekanda, ayakları duvara zincirle bağlı iki kişi ve ortada elinde tabanca yerde yatan bir ceset arasında geçen ilk Testere, seyirciye sorduğu bulmaca kadar, sunduğu küçük ayrıntılar ile baştan sona gerilimi ayakta tutmayı başaran bir filmdi.
" UNSTOPPABLE "

DURDURULAMAZ

Yönetmen: Tony Scott

Oyuncular: Denzel Washington, Chris Pine, Rosario Dawson.



İyi bir aksiyon için gerekli olan temel öğeleri sıralayacak olursak ilk olarak , adrenalini yükseltecek aksiyon sahneleri, karakterlerin içini doldurabilmek ve aksiyon sahneleri ne kadar mantık sınırlarını zorlasa da mantıklı(sayılabilecek) bir final akla gelir. Durdurulamaz bu konuda üzerine düşeni yerine getirerek, 95 dakika içinde adrenalini yeterince yükseltmeyi başarıyor.  Bir tek karizmatik  kötü adam eksik, onun yerine de kontrol altına alınamayan  tren var. Şüphesiz, 2001 yılında benzer bir olaydan esinlenerek yazılan senaryo, seyircinin ilgisini arttırırken, olayla empati kurmasını sağlıyor.

NEW YORK’TA BEŞ MİNARE



YÖNETMEN / SENARYO:  Mahsun Kırmızıgül
OYUNCULAR: Mahsun Kırmızıgül - Haluk Bilginer - Mustafa Sandal - Gina Gershon - Danny Glover - Robert Patrick  - Engin Altan Düzyatan

'New York’ta Beş Minare’ çekim sürecinde çıkan gazete haberleri, dikkat çekici oyuncu kadrosu ile merakla beklenen bir filme dönüştü. Bu kadar gürültünün ardından yaratacağı hayal kırıklığı da o denli büyük olacaktı. 
FRANÇOIS TRUFFAUT 

TÜRLERİ PATLATAN YÖNETMEN 
 
 
"Her şeyden çok bir türün (örneğin detektif) türleri(komedi, dram, melodram, psikolojik, aşk, gerilim vs…) karıştırarak infilak etmesinin arayışı içindeyim. İnsanların filmin atmosferinin değişmesinden nefret ettiklerini biliyorum. Fakat içimde  türleri  harmanlamak  gibi karşı durulmaz  bir tutku  var ve ben  buna  karşı duramıyorum, bu yüzden  iyi  mi kötü mü  olacaklarını  bilmeden  onları birbirleriyle karıştırıp duruyorum".  
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                Truffaut türler içindeki sıçramalarını ‘kendilerinden çok şey öğrendiğim Hollywood B-sınıfı filmlerin hürmetkar pastişi diyebileceğim bir şey’ şeklinde tanımlar. Yirmi altı yaşında geçimsiz, kılı kırk yaran Fransa'nın en ciddi sinema dergisi olan Cahier Du Cinema'nın bir eleştirmeni olan Truffaut’ya hakarete varan eleştirilerinden dolayı 1958 de Cannes Film Festivali'ne katılması yasaklanır. Bir yıl sonra festivale yönetmen olarak geri döner.

DOİNEL FİLMLERİ

François Truffaut’nun 1959 da çevirdiği ilk uzun metrajlı filmi ‘400 Darbe-400 Coups’ ile Cannes Film Festival’inde Altın Palmiye ödülünü kazanırken uzun bir sinema serüveninin de kapılarını aralar Truffaut. Antoine Doinel adında 13 yaşındaki bir çocuğun okulu ve ebeveynleri tarafından dışlanmasını, onun kaçışlarını anlatırken yüzde acı bir tebessüm bırakır. Okul sıralarında öğretmenlerinin anlayışsızlığının kurbanı olan Doinel evde ise kendi havasında annesinin ve üvey babasının tepkileri ile karşılaşır. Kimse özel onunla olarak ilgilenmez, onu anlamaya çalışmaz daha 13 yaşında iken hiçbir bilimsel dayanak olmadan yakın çevresindekilerden eğitilemez damgası yer. Yok yere ıslahevine gönderilir. Gönderenlerin tek hedefi vardır : yaşadıklarından ders alarak iyi bir insan olması. Çocukların okul nefretini anlatırken onlar karşısında aşılmaz bir duvar gibi duran klasik eğitimi yerden yere vuran Truffaut diğer taraftan çalışan  ebeveynlerin çocuklarından erken uyumaları dışında başka bir istekleri olmadığını da iğneli bir dille gösterir. Doinel ise içindeki haşarı ve anarşist tepkileri, yüzündeki sevimli ifadeyi hiç kaybetmeden uygular. Otobiyografik esintiler taşıyan filmde örneğin Doinel’in en büyük tutkusu, çocuk yaşlardaki Truffaut’da olduğu gibi sinemadır.
Truffaut’nun fetiş oyuncusu Jean-Pierre Leaud ile yaptığı ilk film 400 Darbe olur. Leaud’nun canlandırdığı Doinel karakterinin duygusal ve entelektüel büyümesini, toplamda dört filmde anlatır.14 yaşında Dolois karakterine başlayan Leaud aralıklı olarak on iki yıl boyunca yapılan çekimler sonunda 26 yaşında bu karaktere veda eder. Doinel’in  yaşam öyküleri 1968 de çevirdiği ‘Baisers Volees-Çalınmış Buseler 1968’ filminin yarısına kadar kendi öz yaşamı ile yakın benzerlikler taşır. 6 Ocak 1932 de Paris doğar ve önce bir süt anneye teslim edilir daha sonra sekiz yaşına kadar yaşaması için büyük annesine gönderilir. Okul yaşamı 400 Darbe’deki Doinel ile büyük benzerlikler taşır , defalarca okuldan, on bir yaşında ise evden kaçar. Sığınaklarda uyur kapılardan  çaldığı pirinç tokmaklarını satarak karnını doyurur. Askerlik sırasında bir kaç kez de oradan kaçar sonunda kişilik uyumsuzluğu nedeniyle ordudan terhis edilir. Doinel da aynen alter ego’su Truffaut gibi ‘Çalınmış Buseler’in başında askerden terhis edilir ve Paris’te iş aramaya başlar. Askerden sıkça mektup yazdığı kız arkadaşı Christine (Claudia Jade) ve ailesinin yardımları ile bulduğu çeşitli küçük işlerde çalışır. Çocuksu , utangaç, edilgen bir tip olan Dolois en son bir özel detektiflik bürosunda iş bulur. Kadınlara yaklaşımı her türlü özgüvenden yoksundur. Pigalle mahallesinin fahişeleri,kendisinden uzun kadınlar,burjuvazinin kaprisli kızları hepsi onun keşfetmeye çalıştığı kadın dünyasının denekleridir. Kendisini baştan çıkaran yaşça büyük, çekici Fabienne genç adamın yaşamında bir milad olur. Finalde Christine ile evlenerek, her erkeğin burjuva bir kızla evlenme  düşünü gerçekleştirir. Duygusal komedi türüne yaklaşırken ironi duygusunun eksik olmadığı film Fransız Sinematiğinin babası olarak bilinen Henri Langlois’a adanmıştır. Sinematek hükümet tarafından kapatılmış ve Langois görevinden alınmıştır. Film de sinematek binasının kilitli kapısını gösteren sahne ile açılır film. Truffaut ve Godard tepkilerini Cannes’a kadar taşıyarak, işi 1968 de festivalin iptal edilmesine kadar vardırırlar sağlarlar.Doinel’in yaşamının üçüncü halkası ‘Aile Yuvası-Domicile Conjugale’(1973) olur. Bu kez yazar olarak çabalayan diğer taraftan evlilik yaşamına uyum sağlamaya çalışan;  çiçekçilik, fabrikada oyuncak gemileri havuzda yüzdürerek kontrol etme gibi farklı işlerde yaşamını kazanan Doinel vardır. Christine ise keman dersleri vermektedir. Evliliği ile hiçbir sorunu yok gözükmektedir. Yine de tanıştığı bir Japon güzelinin çekiciliğine kapılır ve kısa süreli ilişki yaşar. Çocuksu her şeyi denetlemekten uzak tavrı onu sonunu göremediği olaylara sürüklemektedir. Christine’i aynı anda anne, kız kardeş olarak görmek ister. Fakat o sadece bir eş olmayı istemektedir. Finalde Christine affeder ve tekrar birleşirler. Evliliğinin inişli çıkışlı grafiğini yakalayarak burjuvazinin standart ölçülerine kavuşurlar.Çiftin ayrılmasını ve Doinel’in yeni bir aşk için yanıp tutuşmasını anlattığı son bölüm ‘Kaçan Aşk-L’amour en Fuite’(1979) olur. Doinel bu kez geçmişiyle hesaplaşmak ister. Anne ve babasının kendisini yalnız bırakmalarını anlatan bir intikam öyküsünü kaleme alır.


İkinci filmi ‘Piyanisti Vurun’ (1960) David Goodis’in Down There adlı gangster romanından yola çıkar. Standart bir polisiye öyküden yola çıkarak farklı türlerin kaynaştığı hatta parodiye göz kırpan bir film çıkar ortaya. Charles Aznavour’un canlandırdığı bar piyanisti Charles Kohler’in yaşamla olan ilişkisini aşk, düşmanlık, kardeş sevgisi üzerinden anlatır. Romandaki karakterin aksine çekingen, içine kapanık ve kırılgandır. Baş karakterin kaderini Truffaut filmlerinin değişmez kuralı olarak bir kez daha bir kadın tayin eder.

TRUFFAUT VE GÜÇLÜ KADINLAR

Erkeklerin kaderi bir çok Truffaut filminde kadınların ellerindedir. Güçlü, özgür ruhlu kadınlar onların yaşamlarını kökten etkiler.Esasında Truffaut kadınların dünyasını erkek bakışı ile inceler. Her zaman ‘kadınlar büyülü müdür?’ sorusuna yanıt arar. Jules ve Jim, Evlenmekten Korkmuyorum-La Sirene du Missisipi, Siyah Gelinlik-La Mariee etait en noir 1967, Amerikan Gecesi-La Nuit Americaine güçlü kadınların ön planda olduğu filmlerdir. En popüler filmlerinden olan Jules ve Jim üçlü bir ilişki zincirini; Catherine (Jeanne Moreaux), Jules (Oscar Werner), Jim (Henri Serre)arasındaki dostluk ve  aşk ilişkisini anlatır.Her iki erkeği de özgür ruhu ve güçlü karakteri ile büyüleyen Catherine o yıllar için sık rastlanmayan bir kadın karakterini tanıtır. Kadının özgür iradesine erkeklerin tepkilerini , onu anlamaya çalışmalarını anlatır film. Catherine Deneuve ve Jean Paul Belmondo’nun baş rollerini oynadığı ‘Evlenmekten Korkmuyorum-La Sirene du Missisipi’ ise gizemli bir kadın ve varlıklı bir erkek arasındaki tutku dolu aşkı anlatır. Truffaut ilhamını Mavi Melek-Der Blaue Engel (Josef von Sternberg 1931), Nana(Renoir 1926), Şeytan Bir Kadındır(Devil is a Woman 1935) gibi geçmişin ünlü vamp kadın klasiklerinden alır. Catherine Deneuve gizemli yansımasıyla vamp kadın Marion’a olağanüstü bir ruh verir. Öyküde Marion (Deneuve) bir gemi yolculuğu esnasında tanıştığı bir kadını öldürür ve yerine geçer. Öldürülen kadın Reunion adlı adada yaşayan ve gazete ilanı ile tanıştığı varlıklı bir adam olan Louis(Belmondo) ile evlenmek için yola çıkmıştır. Hitchcockvari bir gerilim olarak başlayan öykü sonuçta Truffautvari  bir aşk ilişkisi ile biter.                      

‘Siyah Gelinlik-La Mariee etait en Noir’(1967) bir kadının intikam öyküsüdür. Jeanne Moreaux’nun canlandırdığı Julie kocasının ölümünden sorumlu olan beş adamı öldürerek intikamını alır . Moreaux’nun mekanik bir oyunculukla işlediği cinayetler filmin görsel yanını oluşturur. Diyaloglar ise işlenen cinayetlerden bağımsız bir şekilde ikili ilişkiler üzerine akar gider. Görsel yanı Amerikan diyalog yönü ise Fransız olan bir türsel deneme yapar Truffaut. Ana akım sinemada görsellik ve diyalog farklılığı kabul edilemez bir tutumdur.En sevilen ve yeni kuşaklar tarafından en fazla tanınan filmlerinden Son Metro’da yine Catherine Deneuve’ün canlandırdığı Marion Steiner güçlü ve tutkulu kadın karakterlerinden olur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman İşgali altındaki Paris’te yaşamını sürdürmeye çalışan bir tiyatronun öyküsünü Marion’u odak alarak anlatır.Yahudi asıllı yönetmen kocasını tiyatronun bodrum katında  saklarken yukarıdaki sahnede oynamayı sürdürür. Ve başka bir erkeğe olan aşkını da belli etmemeye çalışır. Deneuve yine çifte ruhlu bir kadına (bir kez daha Marion adıyla) hayat verir. Film arka planda savaş ortamını dar bir çerçevede fakat mükemmel yansıtır.Victor Hugo’nun kızının bir İngiliz teğmene olan karşılıksız aşkını anlattığı Adele H.’nun öyküsünde ise güçlü, kırılgan ve üzücü bir kadın kahraman vardır. İsabelle Adjani’nin soğuk güzelliğini ve tutkusunu birleştiren bu karakter kaybeden fakat yine de güçlü bir kadındır. Aşk ve tutkusu güçlü kadınların ayrılmaz bir parçasıdır filmlerinde. Onlar yine de özgür ve isyankar yönlerinden ödün vermezler.          

TRUFFAUT VE YENİ DALGA
Yeni Dalga Fransa’dan yola çıkarak Avrupa ve Amerika’yı etkisi altına alan entelektüel bir hareket olur. Sinemada bir gençlik hareketini betimleyen sözcük bir süre sonra tepkinin, isyanın ifadesine dönüşür. Fransa’da öncelikle Truffaut, Godard, Chabrol,Rohmer ve Rivette yapmış oldukları yüz kadar filmde ortak bir görüşü paylaşır ; film dünyayı keşfetmenin onu anlamanın, politikasını, psikolojisini geliştirmenin bir vasıtasıdır. Sinemayı temel olarak bilincin bir parçası olarak kabul eden duygu yükünü ulu orta yansıtmayan, yaşamı gerçek yaşam koşullarında göstermeyi deneyen, diyalogların sade fakat yaşayan olmasını temel kural alan bir akım olur Yeni Dalga. Godard’ın sıfır noktası olarak vurguladığı seyirciyi her türlü özdeşleşmeden uzak tutan ve sürekli zihinsel katılımını beklediği filmlerinin karşısında Truffaut asla duygudan yoksun kalmadı. Tutku ve duygu her filminde varlığını hissettirdi. 1959 yılında Cannes ‘da kazandığı ilk ödül onun bağımsız çalışabilmesi ve geleceği için önemli bir maddi kaynak oluşturur.  Hatta paranın bir bölümünü senaryosunu Jean Luc Godard ile birlikte yazdığı ve Godard’ın yönettiği ‘Au Bout du Souffle-Nefes Nefese’i bitirmek için harcar. Ve bu Yeni Dalga’nın en önemli filmine dönüşür.

TÜRSEL ARAYIŞLAR VE ANA AKIM
Truffaut’nun türsel arayışlarının olmadığı orta akım sinemaya yakın seyirci için en anlaşılır filmlerinden birisi 'Güneşte Bir Gece-La Nuit Americaine' olur. Truffaut kendisinin bizzat yönetmeni oynadığı filmde bir filmin çekimini anlatır. Sinema sanatına bir nevi saygı duruşu veya film çekiminden duyulan hazzın beyaz perdeye yansımasıdır. Oyuncu veya teknik ekipten olsun çenebaz, kaprisli, sorunlu, çocuksu oyuncu karakterlerin doldurduğu sinema setinden mükemmel kadrajlar sunan Truffaut adeta tüm Yeni Dalga yönetmenlerinin sorduğu film gerçek yaşamdan daha önemli midir ? sorusuna yanıt arar
Truffaut farklı türlerde yaptığı arayışlarını bilim kurgu da sürdürmüştür. Fahrenheit 451 kitapların yakıldığı fütüristik bir dünyayı anlatır. Bradbury’nin bir romanını uyarlayan yönetmen asla 2001 veya Blade Runner türü mekanların ve tasarımların etkilediği bir dünya yaratmaz. Onun derdi yine insandır, kitap okuma tutkusu ile dolu, onları yakılmalarından sonra ezberleyerek yaşatmaya çalışan bir toplumu yansıtır. Oscar Werner ve Julie Christie’nin baş rolleri paylaştığı film çok ilgi görmez genelde sıkıcı bulunur. Truffaut bile filmi bölüm bölüm başarılı bütün olarak ise sıkıcı bulduğunu söyler. Komediler en başarılı olduğu türlerden birisi olur. Kadınları Seven Adam ,Benim Gibi Güzel Bir Kız, Neşeli Pazar ölüm ve mizahı bir arada anlatan belki Hitchkock’un çekebileceği türde kara mizahın ön planda olduğu komedilerdir.Bu filmlerde öldüren kadın karakterler, kadınlar için yanıp tutuşan erkekler gerilim ve parodiyi iç içe geçirirler.En ayrıksı filmlerinden olan Vahşi Çocuk’ta yabanda bulunan bir çocuğun eğitilmesini yarı belgesel bir tarzda anlatır.Gerçek bir olaydan yola çıkan Truffaut’nun çocuk karakteri bu kez çok şeyden hatta dilden bile yoksundur.

Truffaut her zaman yaratıcı ve denemeci oldu. Her zaman  türleri sevdi, onların gerçeklerini yansıtmaya çalıştı. Renoir’dan güncel yaşamın görselliğini, Hitchcock’tan öykü anlatmanın gücünü ödünç alarak kendi sinema dilini yarattı. Yol arkadaşı Godard gibi Hollywood ile mücadele adına biçemin içerik olduğu yaz bozlardan uzak durarak anlaşılır olayı seçti.           
       

FİLMOGRAFİSİ

Une Visite-Bir Ziyaret 1955
Les Mistons 1957
Une Histoire D’Eau- Bir Su Hikayesi 1958
400 Coups-400 Darbe  1959
Tirer Sur Le Pianiste-Piyanisti Vurun 1960
Jules et Jim-Jules et Jim 1961
Antoine et Colette 1962
La Peau Douce-Yumuşak Ten 1964
Fahrenheit 451-Değişen Dünyanın İnsanları 1966
La Mariee etait en Noir-Siyah Gelinlik 1967
Baisers Volees-Çalınmış Buseler 1968
La Sirene du Missisipi-Evlenmekten Korkmuyorum 1969
L’enfant Sauvage-Vahşi Çocuk 1969
Domicile Conjugale-Aile Yuvası 1970
Les Deux Anglaises et Le Continent 1971
Une Belle Fille comme Moi-Benim Gibi Güzel Bir Kız 1972
La Nuit Americaine-Güneşte Bir Gece 1973
L’Histoire Adele H-Adele H’nın Öyküsü 1975
L’argent de Poche- Cep Harçlığı 1976
L’Homme qui aimait les Femmes –Kadınları Seven Adam 1977
La Chambre Verte-Yeşil Oda 1978
L’amour en Fuite-Kaçan Aşk 1979
Le Dernier Metro-Son Metro 1980
La femme d’a Cote-Komşu Kadın 1981
Vivement les Dimanches-Neşeli Pazar 1983
   

THE SOCIAL NETWORK

SOSYAL AĞ


500 MİLYON KİŞİNİN ORTASINDA YAPAYALNIZ


YÖNETMEN: DAVID FINCHER
SENARYO: AORON SORKIN
OYUNCULAR: JESSE EISENBERG, JUSTIN TIMBERLAKE, ANDREW GARFIELD


‘Seven-Yedi’, ‘Fight Club-Dövüş Kulübü’, ’Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi’ ile son on yılın en iyi yönetmenleri arasına giren David Fincher ‘Social Network-Sosyal Ağ’ ile bu kez Facebook’un kuruluşunu ve nezdinde yaratıcısı David Zuckenberg’in öyküsünü anlatıyor.
 " HÜR ADAM "

Gişe rekorları kıran “Minyeli Abdullah”la bir döneme damgasını vuran yapımcı ve yönetmen Mehmet Tanrısever, 20 yıl aradan sonra yine çok konuşulacak bir filmle Türk sinemasına dönüş yapıyor. Mehmet Tanrısever bu kez Said Nursi’nin hayatını ele alan “Hür Adam” filmiyle hem yapımcı hem yönetmen hem de senarist olarak seyircinin karşısına çıkacak.
Senaryosunu Ahmet Çetin, Mehmet Uyar ve Mehmet Tanrısever’in kaleme aldığı “Hür Adam” filminde Said Nursi’yi Mürşit Ağa Bağ canlandırıyor.
Çekimleri, Isparta'nın Eğirdir İlçesi´ne bağlı Barla Beldesi,  Safranbolu ve İstanbul’da gerçekleştirilen Said Nursi’nin hayatını anlatan “Hür Adam” filminde 70 kişilik bir teknik ekip ve 1000 kişinin üzerinde figüran ekibi yer aldı.



Projenin 1 yıl süresince devam eden hazırlık aşaması sonucunda filmin çekimleri 8 haftalık süre içerisinde tamamlandı. Yapımını Feza Film’in, dağıtımını Özen Film’in üstlendiği “Hür Adam” filmi 07 Ocak 2011’de vizyona giriyor.

ARAMIZDAN AYRILAN ÜÇ USTA: CHABROL, CORNEAU, PENN

         Son bir ay içinde üç usta yönetmen yaşamdan uçup gitti. İki Fransız "Claude Chabrol, Alain Corneau ve bir Amerikalı Arthur Penn" Popüler sinemanın taleplerini çok dikkate almadan sevdikleri sinemayı özgün bir anlatımla sundular. Sinemayı bir sanat olarak yorumlayan ‘Auteur’ sinemasının ustaları olmayı başardılar.

Claude Chabrol aynen François Truffaut, Jean Luc Godard, Eric Rohmer ile Cahiers du Cinema dergisinin yazarlığından yönetmenliğe geçerek sinema dünyasını sarsan Fransız Yeni Dalga akımının öncüleri arasında yer aldı.
Biutiful

Barcelona’da geçen hikâyede, Javier Bardem, Uxbal adında kanuna aykırı işleri yüzünden başı polisle derde giren bir adamı canlandırıyor. Biutiful, zorunlu olarak yaptığı yasadışı işlerle para kazanmaya çalışan sorunlu ama sadık ve duyarlı bir babanın hikâyesi.

"ANNEMİ ÖLDÜRDÜM" ve "PARİS'TE SON KONSER"

FESTİVALLERİN GÖZBEBEĞİ İKİ FİLM: ‘ANNEMİ ÖLDÜRDÜM’ ve ‘PARİS’TE SON KONSER

 



2009’un üzerinde en fazla konuşulan filmlerinden birisi ‘Annemi Öldürdüm’ oldu. Katıldığı festivallerde tam tamına 22 ödül kazanmış, adı gibi aykırı, sıra dışı bir film. Özellikle her seyircinin zevkine hitap edebilecek orta akım bir sinema örneği değil.

Fransız Yeni Dalgası’nın, yetmişli yılların New York kökenli yeraltı sinemasının etkilerini taşıyan sinematografik anlatım baştan sona hissediliyor. Sabit bir kamera önünde yapılan gündelik konuşmalar, tartışmalar, yemek muhabbeti, kadran içine aniden giren insanlar popüler sinema estetiğini zorluyor. Yönetmenin üslup sevdasının yer yer anlatımın önüne geçtiği hissediliyor.

EJDERHA DÖVMELİ KIZ - THE GIRL WITH DRAGON TATOU

   GERİLİM TÜRÜNE YENİ BİR SOLUK

Çok satan romanların sinema uyarlaması çoğunlukla hayal kırıklığı yaratır. Okuyucu filmin yarattığı dünyayı hayallerine bir müdahale olarak algılar ve beğenmez. Stieg Larsson’un yazdığı Milennium üçlemesinin ilki olan ‘Ejderha Dövmeli Kız’ ise uyarlama konusunda başarılı bir örnek.

YÖNETMEN: NIELS ARDEN OPLEV
OYUNCULAR: MIKAEL BLOMKVIST, NOOMI RAPACE

Polisiye ve gerilim türünün başarısını etkileyen, olay örgüsünün gizemi, karakterler ve atmosfer “Ejderha Dövmeli Kız”da fazlasıyla mevcut

PERSEUS TANRILARA İSYAN EDİYOR


CLASH OF THE TITANS


YÖNETMEN: LOUIS LETERRIER
OYUNCULAR: SAM WORTHINGTON, LIAM NEESON, RALPH FIENNES, GEMMA ARTERTON.


Yunan mitolojisi her zaman aksiyon filmlerinin ve konsol oyunlarının favori teması oldu. Öykü Zeus’un (Liam Neeson) Girit Kraliçesi Danae’yi kocası Kral Acrius şekline dönüşerek, onu elde edip hamile bırakmasıyla başlıyor. Acrius durumu fark edince hamile karısını bir tabuta koyar ve denize atar. Tabutu bulan bir balıkçı ve karısı doğan çocuğu kurtarır ve onu yanlarına alıp çocukları gibi büyütür. Perseus adını verdikleri çocuk büyüdükten sonra Argos kentine gider ve Zeus’un kentin gazabına uğradığını öğrenir. Zeus hamile karısını bir tabuta koyan Kral Acrius’u Calibos adı verilen bir yaratığa dönüştürerek cezalandırmış, halkı ise sefalet içinde yaşamaya mahkum etmiştir. Halk Tanrılara isyan etmiştir. Yer altı dünyasının Tanrısı Hedes (Ralph Fiennes) ise Prenses Andromeda’nın deniz altı yaratığı Kranken’e kurban edilmesini istemektedir. Aksi halde şehri yerle bir edecektir. Perseus liderleri Drako olan şehrin savaşçılarına katılarak Kraken’i öldürüp Andromeda’yı kurtarmaya gider. Hedes tüm ucube yaratıklarını savaşçıların üzerine gönderir.

Fransız Yönetmen Louis Leterrier aksiyon yeteneğini kanıtladığı ‘Taşıyıcı 2-Transporter 2’, ‘İnanılmaz Hulk-İncredible Hulk’ gibi filmlerden sonra kariyerinin en pahalı yapımında sadece bilgisayar efektlerine yaslanmamış, makyaj trüklerini, protezleri ve animatronikleri de önemli oranda devreye sokmuş. 1981 yılında yapılmış ilk Titanların Savaşı’nı çocuk yaşlarda seyredip hayran kalmış olan Leterrier, orijinal senaryodan bir çok değişiklik yapmış. Örneğin Perseus’u yarı Tanrı yarı insan bir kahraman olmaktan hoşnut olmayan ve sıradan bir insan olarak kalmayı tercih eden bir karaktere dönüştürmüş. Fransız yönetmen oyuncu kadrosunun büyük bölümünü Avrupalı oyunculardan kurmuş. Görkemli Hollywood yapımından çok, pahalı bir Avrupa filmi havası hakim. Sam Worthington kahraman rollerine artık iyice ısındı. Karakterlerine dürüst ve sağlam bir ruh vermeyi başarıyor.Yaratılan fantastik karakterler içinde en fazla ağaç kabuğundan zırh taşıyan çöl insanları ve CGI yardımıyla yaratılan Medusa dikkat çekiyor. 

Mitolojik öyküler tarihi bir kaynaktan geldikleri için midir bilinmez, seyirci için oldukça etkileyici oluyor. Meraklılarını çok tatmin etmese de vasatın üzerinde bir mitolojik aksiyon. DVD’de  ek olarak röportajlar ve fragman mevcut.             


ALICE IN WONDERLAND
ALICE  ARTIK GERÇEKLER DİYARINDA



YÖNETMEN:TİM BURTON
OYUNCULAR: MİA VASİKOWSKA, JOHNNY DEEP, HELENA BONHAM CARTER
Lewis Caroll’un yazdığı ‘Alis Harikalar Diyarında’ son yüz elli yıl içersinde popüler kültürün en fazla başvurduğu referans eserlerin başında gelir. Bir çocuk masalından yola çıkılarak gerçekliğin, aklın, halüsinasyonun, deliliğin sınırlarını zorlayan bir öte dünyanın anlatımı, sayısız eserin alt metnini oluşturur. Hatta uyuşturucu ile kendinden geçilen bir dünyanın , bilinçdışı betimlemesi olarak da yorumlandığı oldu. Tim Burton artık 19 yaşına gelmiş Alis’i yeniden Harikalar Diyarı’na sokuyor. Tek farkla bu kez Harikalar Diyarı yerini Yeraltı Dünyası ile değiştirmiş. Geçmişinde yaptığı seyahati hiç anımsamayan artık 19 yaşındaki Alis bir  kez daha tavşan deliğinden geçerek yer altında eski dostları ile buluşuyor. Senarist Linda Woolverton ‘yarı çocuk yarı kadın’ bir Alis yaratarak öyküyü yetişkinler dünyasına açıyor.
   
Dönem eski kafalı, şekilci insanların kol gezdiği Viktorya dönemidir. Çok sevdiği babasının ölümünden sonra annesi ile katıldığı bir bahçe partisinde kendini beğenmiş, itici görünümlü aristokrat Hamish kendisine evlilik teklif eder. Hayalleri ve gerçek dünya arasında bir köprü kurmayı başaramamış olan Alis o an gördüğü beyaz yelekli ve cep saatli beyaz bir tavşanın peşinden koşturarak onun girdiği delikten yuvarlanarak yer altı dünyasına gider. Küçük bir kızken girdiği bu dünyada artık hatırlamadığı eski dostları Tırtıl Absolem, Çılgın Şapkacı, ikizler Tweedledee ve Tweedledum, Cheshire Kedisi kendisini karşılar. Önce kendini tuhaf ve yabancı hissetse de zamanla alışır. Yer altı dünyasının zalim Kırmızı Kraliçesi Iracebeth halkını korkuyla yönetmektedir, en iyi bildiği yönetim şekli ise kafa uçurmaktır. Kız kardeşi ve düşmanı olan Beyaz kraliçe Mirana Alis’i koruması altına alır. Onun da ilk bakışta anlaşılamayan karanlık bir yönü vardır.

Tim Burton’ın karanlık atmosfer tutkunu bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Batman veya Charlie’nin Çikolata Fabrikası onun için fark etmiyor, o sevdiği gotik mekanları ve ucube karakterleri bir şekilde öyküsüne monte etmeyi başarıyor. Bu kez Alis’in orijinal öyküsünden biraz farklı davranarak karakterlere daha fazla bir içerik kazandırmış. Eserdeki bir çok karakteri elemiş, kelime oyunlu konuşmalara yer vermemiş. Öyküye önemli katkısı olmayan bir çok karakterin, resmi geçidi olacak bir sirk atmosferinden uzak duruyor. Bu durum eserin sadık hayranlarını oldukça kızdırdı. Onlar Burton’ın öykünün ruhunu boşalttığını, sadece bilgisayar görselliğinde bir film kotardığını iddia ediyorlar. Çok da haksız değiller. Bilgisayar efektleri Burton standartlarının üstünde. Her şeye rağmen karşımızda bir Burton filmi var sadece Johnny Deep’in Çılgın Şapkacı karakterine verdiği ruh için bile izlenmeye değer. Artık büyüyen Alis babasının işlerini üstlenerek gerçekler dünyasına da adım atmış oluyor. Modern zamanlarda rüyalar karın doyurmuyor. DVD de ekstra olarak yapım belgeselleri mevcut. 

 GOMORRA 

 

MAFYANIN ACIMASIZ DÜNYASI
 

 
Yönetmen: Matteo Garrone
Oyuncular: Toni Servillo, inafelice İmparato, Mario Nazionale.

Mafyanın gerçek yüzünü makyajsız , öykünecek bir kahraman olmadan sunuyor film Gomorra. Sert, belgesel kadar gerçek ve tedirgin edici. Beş yaşam öyküsünün aracılığı ile Napoli mafyasının acımasız dünyasına giriyor seyirci. Roberto Saviona’nın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Gomorra ‘da kişisel öykülerin hepsi gerçek yaşamlardan yola çıkıyor. Bu  işe bulaşan insanlarla yapılan konuşmalar, günlük olayların perde arkasının izlenmesi sonucu ortaya çıkan gerçekler, birer karaktere dönüştürülmüş.  DVD’ de ek olarak sunulan yazar Saviona ile yapılan söyleşi bir çok ayrıntının daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Her şeyin ne kadar iyi işleyen bir sistemin ürünü olduğunu, şaşkınlıkla izliyor insan.
İtalya’nın Napoli ve Caserta bölgelerinda faaliyet gösteren en üstteki kartel olan Camorra  buralarda uluslararası ağın devamı olarak tüm uyuşturucu trafiğini yönetir. İlk bölümde küçük çocukların   torbacı olarak nasıl batağa sürüklendikleri, uyuşturucunun sokak aralarında nasıl satıldığına tanık oluyoruz. Secondigliano karteli Napoli’de kokain pazarına hakim ve uluslar arası yaygınlıkta tekstil sektörüne yatırım yapıyor. Zehirli atıkları köylülerden kiraladıkları tarlalara gömen Franco, yetenekli bir terzi olmasına karşın patronunun iş birliği nedeniyle Mafya için çalışan  Pasquale, Scarface‘in Tony Montana’sına   öykünen iki genç yetme Ciro ve Marco, mafya para dağıtıcısı Don Ciro kişisel öykülerin kahramanları. Hepsi gerçek karakterler. İkinci bölümde ise  kartel  içinde ortaya çıkan ayrılığın nasıl şiddetli bir kan davasına dönüştüğüne tanıklık ediyor seyirci. Gençler paradan daha çok ‘ağır abi’ olmanın getirdiği karizmadan etkileniyor ve bu pis dünyaya giriyor. 2008 Cannes Jüri Büyük Ödülü yanında Avrupa festivallerinde toplam 16 ödül kazanan film Matteo Garrone’nin başarılı yönetimi sonucu gerçek/kurgu arasındaki ince hatta düşmeden ilerliyor. Vermek istediği gerçeklik duygusunu kusursuz yansıtıyor, oyuncu ve mekan seçimleri mükemmel. İnsanların sinek kadar değeri olmadığı bu acımasız dünyada olanları izlemek tüyler ürpertiyor. Filmin sistemin arka perdesini aralayarak ipler kimlerin elinde sorusuna yanıt verme gibi bir çabası yok yüzeydekiler, tetikçiler, torbacılar, iş adamı olarak geçinenler deşifre ediliyor. Alt ve üst arasındaki ilişki bıçak gibi kesilmiş, hiçbir ip ucu verilmiyor. DVD de ek olarak kamera arkası, yazar Saviona ile yapılan röportaj yer alıyor. Saviona yanı başında geçen olayların iç yüzünü aile ve şahıs isimleri vererek cesurca açıklıyor. Bu yüzden İtalya’da adeta bir kahraman olarak görülüyor.

SONBAHAR 

 

YÖNETMEN: ÖZCAN ALPER
OYUNCULAR: ONUR SAYLAK, SERKAN KESKİN, MEGİ KOBOLADZE.

Son yıllarda çevrilmiş olan en iyi Türk filmlerinden olan Sonbahar gişede aynı başarıyı yakalayamadı. Yalnızlığı, sessizliği Doğu Karadeniz’in doğasının gri ve yeşil tonlarıyla birleştiren pastoral bir film. Genç yönetmen Özcan Alper iyi bildiği bir doğayı öyküsüne adeta bir karakter gibi yerleştiriyor. Seksen darbesinin mağdurlarından Yusuf on yıllık hapishane yaşamından sonra aile evine döner. Doğu Karadeniz’in dağ köyündeki evde kendisini bir tek annesi beklemektedir. Hapishanede katıldığı ölüm orucu, bozuk olan sağlığını daha fazla zedelemiştir, akciğerleri iflasın eşiğindedir. Bu yüzden erken tahliye edilir. Koptuğu bir çevreye geri dönmek onun için bir mutluluk ifade etmez aksine içinde olduğu boşluğu daha büyütür. Zaten  geçmişin kabusları onu gece gündüz rahat bırakmamaktadır. Çocukluk arkadaşı Mikail ilişki kurabildiği tek kişidir. O ise bir türlü çıkamadığı köyde, başka bir hapislik yaşam sürmektedir. Onunla gittiği meyhanede konsomatrislik yaparak hayatını kazanmaya çalışan Gürcü kızı Eka ile tanışır. Onunla bir şeyler paylaşmak ister. Yaşamın boşluğunda dönen iki insanın birlikteliği umutsuzluğu yenebilecek midir ?
Genç oyuncu Onur Saylak olağan üstü bir yalnızlık portresi çiziyor. Abartısız ve minimal oyunculuğu etkileyici . Lazca konuşan anne ve Serkan Keskin Mikail rollerinde mükemmeller.
DVD ekinde Antalya Altın Portakal Festival’inde oyuncu ve yönetmen ile yapılan söyleşi yer alıyor. 

 KÖRLÜK – BLINDNESS   

 

KÖRLEŞEN İNSANLARIN DÜNYASI

YÖNETMEN: FERNANDO MEİRELLES
OYUNCULAR: JULİANNE MOORE, MARK RUFFALO, DANNY GLOVER, GAEL GARCİA BERNAL


Yaşayan en önemli yazarlardan 1998 Nobel Ödülü sahibi Portekizli Jose Saramago ‘ insanlar bakıyor fakat görmüyorlar, bence hep kördüler’ diyor. Onun en önemli romanlarından olan Körlük  insanların bilinmeyen bir epidemi sonrası körleşmesini anlatır. Körlüğe neden olan herhangi bir patolojik bulgu saptanmadan tüm dünya yavaş yavaş görmemeye başlar. Bir nevi insanlığın sonu gibidir her şey. Kaos, kargaşa, şiddet, açlık tüm dünyanın yeni hakimi olur. Sadece bir göz doktorunun eşi salgından etkilenmez, görmeye devam eder ve bir grup insanı lideri olur. İnsanlar eski bir tımarhanenin koğuşlarında karantinaya alınır. Karantinaya insanlar aktıkça zamanla bir hapishaneye dönüşür. Silahlı nöbetçiler emirlere uymayanları vurmaya başlar. İnsanlar göremez fakat ruhlarının adlandırılmamış parçaları yaşamlarını etkilemeyi sürdürür. Kötüler kötülüklerini sistemin bir parçasına dönüştürür. İçerde kurulan çeteler yiyecek trafiğini ele geçirerek insanlara her istediğini yaptırmaya başlar. Önce para ve mücevherat onlar tükenince kadınlar karşılığı yiyecek vermeye başlarlar.  İnsanoğlunun sınırda yaşam koşullarında ortaya çıkan vahşi kimliği kötülük ile örtüşmeye başlar. Önce piramidin tepesindeki değerler kaybedilmeye başlanır, sırasıyla tabana doğru hızlı bir düşüş başlar. Ahlak, dürüstlük, tolerans kaybolmaya başlar.
 ‘Tanrı Kent’ de sinema ve gerçek arasında kurduğu çarpıcı ilişki ile takdir toplayan Brezilya asıllı yönetmen Fernando Meirelles daha sonra ‘Arka Bahçe’ ile hafiften Hollywood dümen suyuna meyletti. Bu kez distopik, klostrofobik bir dünyayı görselleştirmiş. İnsanların siyah değil beyaz gördükleri körlükte, Meirelles insanoğlu için finalde ufak ta olsa bir umut vaat ediyor. Yine de ‘körleşerek yer yüzündeki pisliği görmemek daha mı iyi mi ?’  sorusunun yanıtını da açık bırakıyor. Karanlık  atmosfer ve yabancılaşma duygusunu başarı ile  yaratıyor. Körleşen insanların adları yok. ‘Birinci Kör Adam’, ‘Göz Doktoru’, ‘Göz Doktorunun Karısı’ şeklinde sıralanan karakterler öykünün yer bildirmeyen evrenselliğini destekliyor. Grup içinde çeşitli etnik kökenlerden insanların olması öyküyü daha çok Amerika merkezli bir coğrafyaya çekiyor. Julienne Moore ve Garcia Bernal başarılı oyunculukları ile öne çıkıyor.
DVD de kamera arkası ve çekim sürecini detaylı olarak gösteren ekstra mevcut. İlginç mesajı ile görülmesi gereken bir film.