yazarlar

INGMAR BERGMAN VE YÜZLER


 

 

Anna Teyze Noel ağacının altındaki hediye sepetinden büyükçe bir paketi aldı ve Dag’a verdi. Dag heyecanla paketi açtı içinde bir film oynatıcısı olduğunu gördü, eline aldı yandaki kolu çevirerek oynamaya başladı. 10 yaşındaki kardeşi Ingmar ağabeyinin aldığı hediye ile ilgilenmeye başlamıştı. Yanına yaklaştı, oynatıcıyı eline almak istedi, ağabeyi izin vermedi . Bi koşu odasına gitti, avucu kurşun asker dolu geri geldi Ingmar. Elindekileri ağabeyine doğru uzattı ve oynatıcı karşılığında değiş tokuş teklif etti. Dag bir kurşun askerlere, bir oynatıcıya baktı, aklına kurşun askerlerden kurduğu ordu geldi ve kardeşinin uzattığı askerleri avucuna aldı. Oynatıcı artık Ingmar’ın olmuştu. Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden olan Ingmar Bergman’ın sinema ile ilk tanışması böyle olmuş. 1928 yılının Noel’inde ağabeyinden değiş tokuş ile aldığı çevirme kollu film oynatıcısı sayesinde.

Yaşamları ve sinema arasında bir bağ oluşturan yönetmenler, sık sık çocukluklarına dönerek bu dönemi filmlerinde yeniden yaşarlar. Fellini Rimini’de geçen çocukluk ve gençlik yıllarını “Aylaklar” ve “Amarcord” üzerinden neşeli bir tonda sonsuzluğa taşırken, Ingmar Bergman çocukluğunu travmatik ve kabus dolu yıllar olarak anımsadı. O dönemin travmalarını Tanrı’yı sorgulayan, babayı yargılayan unsurları birçok filminin ana temalarına iliştirdi. Son filmi olarak tittanımladığı “Fanny ve Alexander” çocukluğunun kabus yıllarını üç saatlik bir epik öykü olarak anlattı. Protestan papazının oğlu olarak dünyaya gelen Bergman dinin katı kuralları altında yetişti. Ceza, dua , itiraz edememe çocukluk yıllarının karanlığı, kabuslarının kaynağı olur. Babasının sert, otoriter kişiliği yalnız küçük Ingmar’ı değil annesini de yıpratır. Annesi sonunda evi terk eder. Babasının intihar etme tehdidi sonrası tekrar geri döner. Ingmar annesi ile sığınma ve sevgi dolu bir ilişki yaşar. Yönetmenliğinin yüzleri ön plana taşıdığı filmlerinde hep annesinin yüzünü canlandırmaya çalıştı. “Bir oyuncunun yüzü en güzel ifade aracıdır. Bakışları her şeyi anlatır. Kamera tümüyle nesnel bir gözlemci gibi yaklaşmalıdır ona…” Bu yaklaşımını en güzel ifade ettiği filmleri arasında “Sessizlik”, “Persona”,”Çığlıklar ve Fısıltılar”,”Sonbahar Sonatı”, ”Yüz Yüze” sayılabilir.

“Ayna Gibi”, “Winter Light” ve “Sessizlik” oda üçlemesi olarak tanımlanır. Bunların arasında “Sessizlik” içerdiği sinematografik büyü ve  iletişimsizliği en acımasız haliyle sunması açısından sarsıcı ve unutulmazdır. Bir tren seyahati sırasında hastalanan Ester, kızkardeşi Anna ve dokuz yaşındaki Johan bilmedikleri bir şehirde konaklamak zorunda kalırlar. Adı sanı, lisanı belli olmayan bu ülkede askeri idareyi belirtir şekilde tanklar dolaşmaktadır. Yerleştikleri otelde akciğer hastalığı artan Ester yatağa bağımlı olur.  Kızkardeşi Anna’dan daha fazla ilgi talep eder.  Anna ise kendi dünyasında yaşamakta bir tatilci havasındadır;  giyinir, kuşanır eğlenceye takılır, tanıştığı bir garson ile ateşli bir sevişme yaşar. Ablası Ester ile yaşadığı şiddetli tartışmada ondan ve onun yaşantısını yönlendirmeye çalışmasından nefret ettiğini haykırır. Küçük Johan ise otel koridorlarında dolaşır, bir cüce gösteri grubunun odasına girer. Mutlu ve çocuktur. Hasta Ester’in bakımını yaşlı bir otel çalışanı üstlenir. Tek kelime konuşamadan sevgi ve özenle iyileştirmeye çalışır.  Sonuçta Anna, Ester’i hasta yatağında bırakır ve Johan’ı alarak trenle geri döner. Tanrı’nın sessizliğe bürünüp kimseye yardım etmediği, sevginin boşluğa dönüştüğü, bireylerin şüpheye düştükleri bir durumdur. Pencereden süzülen ışık yatakta yalnızlığın ve hastalığın pençesindeki Ester’in yüzünü aydınlatır. Tanrı sıkışmış kuluna ışığını göndermiştir. Filmin umut veren tek sekansı olur.

“Persona” odak noktasına yine iki kadının ilişkisini alır. Sahnede Elektra’yı oynarken aniden susan Elisabeth’in rehabilitasyonu için hemşire Alma görevlendirilir. Susan ve susmayan iki kadının birlikteliği zamanla maske-yüz, gerçek-yalan, rol-kimlik ikilemleri arasında değişmeye başlar. Karakterlerin kırılmaya başladığı birisinin diğerine dönüşmeye başladığı görsel estetik unutulmaz bir sekans olur. Yüzlerin tüm ekranı kapladığı, bakışların seyirciye karşılık verdiği anlar onları kırılmaya, değişime ortak eder. Düş ve gerçeğin birbirine iç içe geçtiği öyküde hemşire Alma kasıtlı konuşmayan hastasının maskesini düşürür onun gerçeğini çözer. Bu süreci yaşarken kendi içinde yaşadığı değişim de sarsıcıdır, kendi gerçeğini yitirir.

“Çığlıklar ve Fısıltılar” bir kez daha kız kardeşler arasındaki sevgisizliğe odaklanır. Agnes acılı bir hastalığın pençesinde kıvranmaktadır. Ölüm döşeği başında toplanan diğer kız kardeşler Karin ve Maria, bakıcı Anna çaresizce çırpınmaktadır. Maria, Karin ile aralarındaki sevgisizliğe son vermek istemektedir. İletişimsizliği tensel dokunuş, şefkat ile yıkmaya çalışır. Karin ona karşı hissettiği sevgisizliği sözlere döker, sonrasında Karin’in sıcak yaklaşımından etkilenir. Her iki kız kardeş mesafeli, sevginin gösterilmediği evlilikler ile mutsuzdur. Bergman kullandığı koyu kırmızı tonlar ile tüm filmi boyuyor. Odalar, duvarlar, mobilyalar, yüzleri aydınlatan ışıklar, sekanslar arası geçişler her şey kırmızıya boyanmış. “Kırmızı ruhun rengidir” der Bergman. İletişimsizlik ve sevgisizlik geçmişi ve bu günü esir almıştır.               

                                

No comments:

Post a Comment