yazarlar

ARAMIZDAN AYRILAN ÜÇ USTA: CHABROL, CORNEAU, PENN

         Son bir ay içinde üç usta yönetmen yaşamdan uçup gitti. İki Fransız "Claude Chabrol, Alain Corneau ve bir Amerikalı Arthur Penn" Popüler sinemanın taleplerini çok dikkate almadan sevdikleri sinemayı özgün bir anlatımla sundular. Sinemayı bir sanat olarak yorumlayan ‘Auteur’ sinemasının ustaları olmayı başardılar.

Claude Chabrol aynen François Truffaut, Jean Luc Godard, Eric Rohmer ile Cahiers du Cinema dergisinin yazarlığından yönetmenliğe geçerek sinema dünyasını sarsan Fransız Yeni Dalga akımının öncüleri arasında yer aldı.

Bu akımı düşünce ve estetik olarak ikiye ayıracak olursak Chabrol’ü düşünce boyutuna dahil etmek gerekir.
Yeni Dalga’nın seyirciyi yabancılaştıran anlatım estetiğini uygulamadı, onun sol ideolojisinin tarafında yer aldı.
TV için yaptığı filmlerde genelde büyük yazarların (Poe, Maupassant, Goethe) eserlerini akademik bir anlatımla uyarladı.

İlk adını duyurduğu ve en iyi filmleri arasında öncelikle akla gelen Güzel Serge’i 1958'de çevirdi. Doğduğu, büyüdüğü kasabaya geri dönen genç bir adamın eski çevresi ve alkolik arkadaşı ile tekrar buluşmasını anlatır. Basit bir hikayedir, kırsal yaşamın sertliği, dünyadan kopukluğu ön plandadır. 1959’da çevirdiği ikinci filmi ‘Kuzenler-Les Cousins‘de ise Paris öğrenci ortamına girer, gençliğin bir portresini çizer. Şehirli ve kırsaldan iki öğrencinin üzerinden toplumun bilhassa burjuvazinin kalbine eleştiri oklarını saplar. 1960 da yaptığı ‘Kadıncıklar-Les Bonnes Femmes’ ile en sevdiği temaları sürdürür: burjuva toplumunun iki yüzlü ahlak anlayışına eleştiriyi cinayet ve suçluluk ile birleştirir. Altmışlı yıllarda gerilim, polisiye, savaş gibi farklı türlerde çevirir. İlerleyen yıllarda Patricia Highsmith, Ruth Rendell, Henry Miller, Georges Simeneon gibi yazarlardan uyarlamalar yapar. İki kadın oyuncu onun esin kaynağı oldu: Stephane Audrane ve İsabelle Hubert. İlkiyle on altı yıllık bir evliği oldu ikincisi ile de toplamda yedi film çevirdi. Audrane onun altmışlı yıllardan itibaren çevirdiği hemen hemen hepsinin bir suç ve cinayete dayanan öykülerinde sıra dışı, aykırı kadını oynadı. ‘La femme infidele-Vefasız Kadın’, ’Que la bete meure-Canavar Ölmeli’, ’Le Boucher-Le Boucher’ önemli filmlerinin başrol oyuncusu oldu. Seksenli yılların başından itibaren İsabelle Hubert onun fetiş oyuncusu oldu. Masumiyet ve suçluluk arasındaki muğlak sınırdaki karakterleri mükemmel canlandıran Hubert ‘Violette Noziere-Zehirli Çiçek’, ’Seremoni-La ceremonie’, ’İktidar Sarhoşluğu-L’İvresse de pouvoir’ gibi önemli filmlerinde oynadı.


Alain Corneau Fransız sinemasının çok keşfedilmemiş ustalarından birisi oldu. Kendisini geniş kitlelere sevdiren ‘Tous les matins du monde-Dünyanın Tüm Sabahları’ (1991) dışında polisiye türünü çok sevdi. Bu türde ‘Polis Phyton 357-Polis Piton 357’ (1976) ve ‘Le choix des armes-Silahların Seçimi’ (1981) onun en tanınan yapımları oldu. Fransız polisiyelerinin karanlık ve sessiz atmosferini korurken sade bir anlatımla kahraman yaratmaktan uzak durdu. Suç dünyasında iyi ve kötüyü muğlak bir sınırda tuttu, karakterlerini ne yüceltti ne de yerden yere vurdu. Onun bu heyecansız tutumu seyircide arzuladığı kahraman özdeşleşmesini yaratmadı. İlk dönem polisiyelerinde tercih ettiği Yves Montand, Gerard Depardieu, Catherine Deneuve gibi karakter oyuncuları oldu. Corneau’yu sadece ‘Dünyanın Tüm Sabahları’ ile tanıyan bir seyirci onun bu filmdeki şiirsel, müzikle iç içe geçmiş anlatımından polisiye türünü seven bir yönetmen olabileceğine ihtimal vermez. 17. yüzyıl barok müziğini Jordi Savall’ın eşsiz yorumu ile sunan filmde bir müzisyenin isyanını, kalıplara isyanını anlatır. Filmlerinde temel olarak kader ve karşıtı olan çatışmayı, teslim olmamayı konu aldı. Çok sevdiği caz müziği bir çok filminde kullandı fakat bu müziğin en hakim olduğu film ‘Le nouveau Monde-Yeni Dünya’ (1995) oldu. Fransa’nın Orleans bölgesindeki üsse Amerikan askerlerinin gelmesiyle yaşanan kültürel ve toplumsal şoku anlatır. 2007’de çok sevdiği polisiye ustası Jean Pierre Melville’den ‘Le deuxieme souffle-İkinci Nefes’i tekrar yorumlar. Sade ve alçak gönüllü üslubu ile adını sinema tarihinin en mütevazi köşesine yazdı.

Arthur Penn Amerika’da altmışlı yılların uyanan isyankar ruhuyla birlikte şekillenen yeni yönetmen kuşağının en önemli isimlerinden oldu. Sam Peckinpah, Robert Altman, Sidney Lumet, Hal Ashby gibi yönetmenler ile baş kaldıran ruhu, Amerikan rüyasının kirli yüzünü


gösteren,toplumsal şiddeti tüm çıplaklığıyla yansıtan filmlere imza atmaya itti. Fransız Yeni Dalga’sından etkilenen Amerikalı yönetmenlerin önünde yer aldı, 1965 yapımı Mickey One bu akımın etkilerini taşıyan tipik bir örnektir. 1966 yapımı The Chase-Kaçış’da Kennedy suikasti sonrası bir Teksas kasabasının portresini çizer. Irkçı, görgüsüz, seksüel devrimin özendirdiği sedakatsizliğin yozlaştırdığı bir toplum büyük kentlerin küçük bir sureti gibi gözükür. Hapisten kaçan bir mahkum Bubber’ın (Robert Redford) doğup büyüdüğü bu kasabaya doğru kaçışı sakinler arasında büyük bir telaş yaratır. Korkanlar yanında yolunu gözleyen sevgili, anne ve baba da vardır. Kasaba şerifi Calder (Marlon Brando) adaleti sağlamaya çalışsa da ipler hiçbir zaman onun elinde olmamıştır. Her şey kasabanın zenginlerinin tekelindedir. Tüm bu kokuşmuşluğun ortasında finalde şerif firariyi tutuklar mahkeme kapısında Kennedy’nin katili Oswald gibi tabanca ile öldürülür. Penn kasaba yaşamına Kennedy sonrası Amerika’nın küçük bir maketini inşa etmiştir. Marlon Brando, Robert Redford, Jane Fonda gibi oyuncuların genç dönemlerinin en ilginç filmlerinden olur.

Sonraki filmi ’Bonnie and Clyde’ (1967) sinema tarihinin en unutulmaz filmlerinden olur. Amerika’nın depresyon yıllarında, ekonomik krizin tüm ülkeyi boğduğu yıllarda banka soyan ve kaçan iki maceraperest gencin yaşamlarını anlatır. Warren Beatty ve Faye Dunaway’in canlandırdığı genç çift macera, kendini kanıtlama olsun diye başladıkları banka soygunları zamanla önüne geçilmez bir katliama dönüşür. Fransız Yeni Dalga akımının gerçekçi şiddetini ve anlatımını kullanan Penn sonraki yıllarda çevrilen ‘The Wild Bunch-Vahşi Belde’, ‘Godfather-Baba’, ’Reservoir Dogs-Rezervuar Köpekleri’, ’Natural Born Killers-Katil Doğanlar’ gibi filmlerin esin kaynağı olur. Yarattığı anti kahramanlar ile karşı bir kültürü temsil eden film taraf tutmayan, ahlaki değerlere tutunmayan yapısı ile yeni jenerasyon Amerikan yönetmenlerini derinden etkiler. 1970 yılında çevirdiği ‘Little Big Man-Küçük Dev Adam’ Cheyenne yerlileri tarafından büyütülen küçük bir çocuğun öyküsünde satirik ve komedi öğelerin yanında trajik ve eleştirisel yönü ağır basar. Film Vietnam savaşına göndermeler ile doludur. Amerikan askerlerinin ırkçı katliamı karşısında yerliler Vietnam halkından farksızdır. Penn sonraki yıllarında bu denli öncü filmler gerçekleştirmedi, detektif filmleri, Hitchcock etkisi taşıyan kara filmler yaptı.


Emin Yeğinboy

10.10.2010
Her zaman ‘Komünist’ olduğunu söyledi. Çağdaşlarının hepsinden daha uzun süre sinema içinde kalmayı başardı, çevirdiği 71 film (57 sinema/14 TV filmi) ile üretkenlik açısından özel bir yere sahip oldu. Uzun kariyeri boyunca görüşlerinden, stilinden ödün vermedi, anlattığı tüm polisiye ve cinayet öykülerinde işlenen suçtan çok toplumsal ve sosyal nedenler, karakterlerinin psikolojisi onu ilgilendirdi. Burjuvazinin yapmacıklığına karşı şiddeti kanlı eylem/gerilim veya psikolojik yıkım/komedi olarak uyguladı. ‘Seremoni-La Ceremonie’, ’İkiye bölünen kız-La Fille coupee en deux’, ’Merci pour le chocolat-Sıcak Çikolata’ bu yaklaşımının en iyi örnekleri oldu. Yetmişli yılların ortalarından itibaren yaklaştığı orta akım sinema anlayışı bile onun stilinde önemli bir değişikliğe yol açmadı. Onun sineması derinlerde Lang ve Hitchcock etkilerini hep taşıdı. Fritz Lang’ın sinemasından görüntünün derinliğini, Hitchcock’dan suçlu ve birey arasındaki ilişkiyi, ironi duygusunu perdeye nasıl yansıtacağın öğrendi. Umutsuz ve karanlık bir olmaktan çok dışa vurumcu, ironik olmayı tercih etti. Cronenberg, Carpenter veya Kubrick’de olduğu gibi gibi hasta bir beynin yarattığı bir monomanik/tek düşünce sanrısı dünyanın hayallerini, halüsinasyonlarını anlattığı ‘Cehennem-L’enfer’, ’La demoiselle d’honneur’, ’Bellamy-Müfettiş’ gibi filmler çevirdi.

Emin Yeğinboy

No comments:

Post a Comment