yazarlar

"ANNEMİ ÖLDÜRDÜM" ve "PARİS'TE SON KONSER"

FESTİVALLERİN GÖZBEBEĞİ İKİ FİLM: ‘ANNEMİ ÖLDÜRDÜM’ ve ‘PARİS’TE SON KONSER

 



2009’un üzerinde en fazla konuşulan filmlerinden birisi ‘Annemi Öldürdüm’ oldu. Katıldığı festivallerde tam tamına 22 ödül kazanmış, adı gibi aykırı, sıra dışı bir film. Özellikle her seyircinin zevkine hitap edebilecek orta akım bir sinema örneği değil.

Fransız Yeni Dalgası’nın, yetmişli yılların New York kökenli yeraltı sinemasının etkilerini taşıyan sinematografik anlatım baştan sona hissediliyor. Sabit bir kamera önünde yapılan gündelik konuşmalar, tartışmalar, yemek muhabbeti, kadran içine aniden giren insanlar popüler sinema estetiğini zorluyor. Yönetmenin üslup sevdasının yer yer anlatımın önüne geçtiği hissediliyor.
Yerleşik değerleri taşlayan, kendi muhalif dünyasını yaratmaya çalışan akımların etkisi Kanadalı genç yönetmen Xavier Dolan’ın otobiyografik ilk uzun metrajlı filminin temelini kuruyor. Yerleşik değerleri sarsarken, genç yaşından beklenmeyecek olgun, cesur anlatımı ile de dikkat çekiyor.
Başrolü de üstlenmiş olan Dolan, genç bir ergen ve annesi arasındaki çatışmaları, duygusal gel gitleri anlatıyor. Annesi ile yaşayan Hubert içindeki isyan duygularını, kontrolsüz patlamalarını aralarındaki tartışmalara yansıtmaktadır.
Hubert’in ayrı bir eve çıkma isteği, yatılı okula gitmek istememesi, annesinin otorite ve anlayışsızlık arasındaki çelişkisi değişmeyen tartışma konularıdır. Her şiddetli tartışma sonrası hiçbir şey olmamışçasına rutin yaşamlarına geri dönerler. Anne oğlunun eşcinsel olduğunu öğrenir. Büyük bir tepki göstermese de, onu yatılı okula göndermekte kararlıdır.


Dolan’ın sinematografik anlatımı sıkıcı rutin, renkli düşler ve annesi üzerine monologlarını kaydettiği video günlükleri arasında gidip geliyor. Rutinin sıkıcılığını yansıttığı sabit kamera çekimlerini, düşlerin çok renkli dünyası ve siyah beyaz video kayıtları arasında harmanlıyor. Gerçek duygularını, annesi üzerine olan düşüncelerini video günlüklerine konuşma olarak kaydediyor.


19 yaşında ilk uzun metrajını biriktirdiği paralarla, filmden hiçbir beklentisi olmadan çeken Dolan Cannes’da ilk gösterimden sonra dokuz dakika ayakta alkışlanır ve üç ödül ile döner. Buradan sonra katıldığı her festival onun için bir başarı olur. Bu yetenekli genç adamın Truffaut, Godard gibi Yeni Dalga ustalarının izini süreceği kesin. Yeni filmi ‘Les Amours İmaginaire’ üzerine Truffaut’nun ‘Jules Ve Jim’i ile benzerlikler taşıyan üçlü bir aşk öyküsünü anlattığı ve yeni başarılara gebe olduğu haberleri geldi. Popüler sinemanın şablonlarından bıkanların zevk alabileceği bir film.

İstanbul Film Festivalinin en fazla ilgi gören, aynı zamanda açılış filmi olan‘Paris’te Son Konser’ vizyona girdi. Romen asıllı yönetmen Radu Mihaileanu kariyerini 1980’den bu yana Fransa’da sürdürüyor. Sinematografisinde yer alan ‘Yaşam Treni’ ve ‘Bir Şans Daha’ ile seyirciyi yüreğinden vuran dramlara imza atmış olan yönetmen ‘Paris’te Son Konser’ ile Fransa’da ciddi bir gişe başarısına ulaşmış. İnsan kökeni üzerine olan ön yargıları ve çöken komünizmi ince ince hicveden Mihaileanu, komedi ve dramı mükemmel birleştiriyor. Karakterlerin sempatikliği öykünün komedi dozunu arttırıyor. Otuz yıl önce Bolşoy Senfoni Orkestrasında Yahudi ve Çingene kökenli müzisyenler çalıştırdığı için işine son verilen zamanının usta şefi Andrei Siminiovich Filipov (Aleksei Guskov) konser sarayında artık temizlikçi olarak çalışmaktadır. Şans eseri eline geçen bir fakstan Bolşoy Orkestrası’nın Paris’e bir konser için davet edildiğini öğrenir. Eski müzisyenlerini toplayarak Paris’e gerçek Bolşoy gibi gitmek, kafasında her gün çaldığı Çaykovski’yi oradaki seyirciye bir kez daha çalmak hayali aklına düşer. Karısının ve yakın çevresinin cesaretlendirmesiyle planını gerçekleştirmeye karar verir. Yapılan yazışmalar sonunda keman virtüözü Anne Marie-Jacquet (Melanie Laurent) konserin solo kemanı olarak çalmayı kabul eder. Filipov bu genç virtüözün geçmişindeki dramı bilen birkaç kişiden biridir ve onunla karşılaşmak en büyük hayallerinden birisidir.

Orkestra elemanlarının farklı beklentilerini, Rusya’nın yeni zenginlerini, sistemin çöküşünü yer yer abartılı bir şekilde komikleştiren film, komünist partinin bu günkü durumunu ise iç burkan bir hiciv ile işliyor. Hiçbir anında seyirci ile kurduğu empatiyi koparmayan birinci sınıf bir komedi.


Emin Yeğinboy

No comments:

Post a Comment