yazarlar

SIDNEY LUMET : HOLLYWOOD'U VE İKTİDARI HİÇ SEVEMEDİ


 O Hollywood’u , Hollywood onu sevemedi. Yönettiği 46 sinema filminin hiç birisini düşler fabrikasında üretmedi, doğduğu New York’ta yaşadı ve filmlerini orada çevirdi. Ve orada 84 yaşında ebediyete kavuştu. Üretken kariyerinde dört kez yönetmen, bir kez ise uyarlama senaryo Oscar’ına aday gösterildi, hiç birisinde kazanamadı. 2005’de tüm kariyeri için Yaşam Boyu Başarı Oscar’ına layık görüldü.

Televizyon için yaptığı film ve diziler ile birlikte toplamda yetmişi aşkın bir külliyat onun sinema tutkusunun en güzel kanıtıdır.  “New York dünyanın en enerji dolu kentidir. Orada film çevirirken dev bir kapak üzerinde oturuyormuş ve her an uçarak gökyüzünü delecekmiş duygusuna sahip oluyorum ve bu enerjiyi her defasında perdeye yansıtıyorum” diyor Lumet, vazgeçemediği kent için.

Hollywood yönetmenlerini kusursuzluğun peşinde koşan teknisyenler olarak tanımlayan usta, filmlerinde genellikle iktidarı ve iktidarın kötüye kullanımını anlatırken, buna ortak veya kurban insanların kaderini mükemmel karakterler ile betimledi. Oyuncuları ile çekimden haftalar önce bir araya gelip tüm senaryoyu bir kez oynayan Lumet, onlara tanıdığı özgürlük ile en iyi performansları almayı başardı. Sıradan ve abartısız oyunculukları severdi. Kendisi Oscar’ı alamadı fakat
oyuncuları Oscarlar kazandı. 1962 ile 1988 yılları arasında 10 filminden toplam 18 oyuncu Oscarlara aday oldu, aralarından Faye Dunaway, Peter Finch, Ingrid Bergman, Beatrice Straight Oscar ödülünü kazandılar. Topluma aynasını tutarken, anti- kahramanları ve ezilenleri kahramana dönüştürdü. “Filmler seyirciye vicdanının farklı yüzlerini gösterirken onu yeni düşüncelere provoke etmelidir” diyen Lumet’in bilincini, “12 Öfkeli Adam” , “Serpico”, “Köpeklerin Günü”, “Şebeke”, “Hüküm” en iyi temsil eden filmler oldu.

1926’da ebeveynleri tiyatro oyuncusu olan bir ailede dünyaya gelen Lumet küçük yaşlarda sahne tozunu yutar. İkinci Dünya Savaşı’nda askere alınır ve üç yıl Burma’da radarcı olarak hizmet eder. Savaş sonrası Broadway’de tiyatro topluluğunu kurar ve bir çok oyunu sahneler. Oyuncular arasında genç Yul Brynner’da vardır. Ellili yılların başında TV için filmler yönetmeye başlar.

1957’de yönettiği ilk uzun metrajı ile parlak bir başlangıç yapar. “12 Öfkeli Adam-12 Angry Man” tek bir odada geçen teatral yapısına karşın adını tüm dünyaya duyurur. Reginald Rose’un yazdığı senaryoda, toplumun ön yargılı ve muhafazakar yapısı bir cinayet hakkında karar vermek üzere toplanmış, on iki jüri üyesi üzerinden yargılanır. Babasını bıçakla öldürmekle suçlanan bir çocuğun, suçlu olup olmadığına karar vermek için toplanan on iki kişi farklı kültürel yapının ve geçmiş anıların biçimlendirdiği karar yetilerini devreye sokar. Bir tek kişi Henry Fonda başlangıçta çocuğun katil olamayacağını iddia eder. Sunduğu akılcı kanıtlar ile yavaş yavaş diğerlerini de etkilemeye başlar. Jüri üyeleri farklı dünyaların insanlarıdır; birisi beyzbol maçına yetişebilmek için bir an önce karar verilmesini isterken diğeri oğlu tarafından terk edilmiş mutsuz sert mizaçta bir babadır, bir diğeri cinayet mahallesinden adam çıkmayacağını iddia eden muhafazakar kafalı bir adamdır. Rasyonel düşüncenin tüm ön yargıları yıkacağını gösteren gelişmeler, varoluşculuk üzerine bir manifesto gibidir adeta. Albert Camus’nün emsalsiz romanı Yabancı’nın dayandığı ön yargı ve insan ilişkisinin bir başka örneği gibidir. Siyah beyaz film en iyi yönetmen dalında Oscar’a aday olurken kazandığı bir çok ödül ile sinemanın en önemli klasiklerinden birisi olur.

1973’de Al Pacino ile çevirdiği “Serpico” da polis teşkilatı içindeki yolsuzlukları fark eden bir polis memurunun sistem tarafından nasıl dışlandığını anlatır. Frank Serpico New York’ta basit bir devriye polisi olarak başladığı mesleğinde, zamanla polisin boynuna kadar rüşvet ve yolsuzluk içine battığına tanık olur ve onlardan birisi olmamaya çalışır. Savcılığa verdiği ifade onun yaşamını tehdit etmeye başlar. Genç Pacino, Lumet ile yaptığı ilk filmde etkileyici bir performans sergiler. Parlak yüzlü bir çaylak olarak geldiği teşkilat içinde ayrıksı ve yalnız duruşunu, saç sakal uzatarak giydiği hippi kıyafetler ile de gösterir, sonunda sistemin bertaraf etmeye çalıştığı bir figüre dönüşür.

1976’da Pacino ile yaptığı “Köpekler Günü-Dog Day Afternoon” yine sistem dışı iki karakterin giriştiği amatörce banka soygununu anlatır. Brooklyn’de soymak için girdikleri bankada para olmadığını gören Sonny (Al Pacino) ve Sal (John Casal) etraflarının polis ile çevrildiğini görünce içerdekileri rehin alıp, FBI ile pazarlığa başlar. Olay bir TV şovuna dönüşür. Vietnam savaşı yıllarıdır, sisteme öfkeli halk soygunculara destek vermeye başlar. Öykünün trajikomik yönü ise Sonny’nin eş cinsel sevgilisinin cinsiyet ameliyatına para bulabilmek için soygunu planladığının ortaya çıkması ile olur. Pacino’nun dinamik, Casal’ın donuk ve suskun karakterleri farklı oyunculuk tarzının en iyi performansları arasında gösterilebilir.

1977’de yönettiği ve TV dünyasını eleştiren “Şebeke-Network” ile en iyi film, yönetmen ve oyuncu dallarında bir kez daha Oscar’a aday gösterilir. Artık raiting’i eskisi kadar yüksek olmayan haber sunucusu Howard Baele’in trajikomik hikayesini anlatır. İşten atılan Baele kameralar önünde şiddetli bir sinir krizi geçirdikten sonra tekrar ilgi toplamaya başlar ve programına devam eder. Bir süre sonra her şey eskiye döner ve Beale raitinglerde irtifa kaybeder. Yeniden farklı bir şeylerin olması gereklidir ve olur da… TV dünyasının sahteliğini gerçek ile karıştıran kitlelere ayna tutan film 1976’dan bu yana hala güncelliğini korumaktadır. Film en iyi senaryo, Peter Finch ve Faye Dunaway ise en iyi oyuncu Oscar’ını kazanır, Lumet bir kez daha en iyi yönetmen ödülüne layık görülmez.

Sonraki yıllarda ağırlıklı olarak polisiye ve hukuk temalı filmler yapmayı sürdürdü. 1981’de “Şehrin Prensi-Prince Of The City” ile bir kez daha uyarlama senaryo dalında Oscar adayı olur. Yine polis teşkilatı içindeki rüşvet ve yozlaşma üzerine bir hikayedir. Uyuşturucu masasında çalışan bir memurun, doğruluğu yüzünden sistemdeki karanlık güçler tarafından kurban edilmesini anlatır. Abartılı bir şiddetten uzak bu polisiyeler gerçekçi anlatımlarıyla dikkati gerçek yaşamda olanlar üzerine çekmeye odaklanmıştır. Kent Üçlemesi olarak adlandırılan Serpico, Köpeklerin Günü ve Şehrin Prensi onun polisiye türüne yaptığı çağdaş ve gerçekçi katkılar olarak kalacaktır. 1982’de David Mamet senaryosundan çevirdiği “Hüküm-The Verdict” ise Paul Newman ve James Mason’ın etkileyici performansları ile hukuk ve din arasındaki kırılgan ilişkiye odaklanır.    
“Küheylan”, “Martı”, “Köprüden Görünüş”, “Günden Geceye” gibi tiyatro eserlerinden veya örneğin Agatha Christie’den yaptığı “Doğu Ekspresinde Cinayet”, John LeCarre’den “Öldüren Kim” gibi uyarlamalar onun sinematografisinde ayrı bir yer tutar.
Fakat o her zaman kaybedenlerin kahramana dönüştüğü filmleri ile anımsanacaktır. Yaşamının son filmi “Şeytan Duymadan Önce- Before The Devil Knows” de ebeveynlerine ait kuyumcu dükkanını soymaya kalkışan iki kardeşin işleri karıştırmasını anlatır. Philip Seymour Hoffman ve Ethan Hawke’ın etkileyici oyunculukları yanında öykü, Coen Kardeşler’in kara mizahi polisiyelerine yakın durur. Lumet orta sınıf insanın iki yüzlü karakterini ve yozlaşmış yaşam şeklini modern bir sinema dili içinde sunarken, tecrübesi ile her türlü yeniliğin üstesinden gelebileceğini gösteriyordu.

Altmışlı yılların sonunda ortaya çıkan toplumsal başkaldırı ve Avrupa’dan esen yeni dalga akımlarından etkilenen Amerikan Sineması’nda, Arthur Penn, John Cassavetes, Robert Altman gibi yönetmenlerin arasında gerçekçi, sistem karşıtı duruşuyla her zaman anımsanacak bir isim Sidney Lumet. Teşekkürler ve ruhun şad olsun.

No comments:

Post a Comment