yazarlar

SON 25 YILIN EN İYİ 25 FİLMİ





1.   Yüzüklerin Efendisi Trilojisi- Lord Of The Rings (2001-2003)
2.   Ucuz Roman-Pulp Fiction (1994)
3.   Er Ryan’i Kurtarmak-Saving Private Ryan(1998)
4.   Titanic (1997)
5.   Matrix (1999)
6.   Leon (1994)
7.   Kuzuların Sessizliği-The Silence Of The Lamps (1991)
8.   Dövüş Kulübü-The Fight Club (1998)
9.   Büyük Lebowski-Big Lebowski (1997)
10. Yedi-Seven (1996)
11. Affedilmeyen-The Unforgiven (1992)
12. Oyuncak Hikayesi 3-Toy Story 3 (2010)
13. Anayurt Oteli (1987)
14. Cesur Yürek-Braveheart (1994)
15. Avatar (2009)
16. Amerikan Güzeli-American Beauty (1998)
17. Saklı-Caché (2001)
18. Gece Şövalyesi- The Dark Night (2008)
19. Eşkiya (1996)
20. Paramparça Aşklar ve Köpekler-Amores Perros (2002)
21. Mullholland Çıkmazı-The Mullholland Drive (2001)
22. Kırmızı Değirmen-Moulin Rouge (2001)
23. Shrek  (2010)
24. Dogville (2003)
25.  V-V For Vendetta (2006)

Zaman sayacının hızlı akışı insana her şeyi unutturabiliyor. Buna filmlerde dahil şüphesiz. Hangi filmi, hangi yıl izlediğimizi çoğu kez unutuyoruz. Hafızanın bu acımasızlığına karşın alabileceğimiz en büyük önlem zamanı bölmek, filmleri içine yerleştirmek olabilir. 25 yıl kısa bir süreç değil bu kadar filmi anımsamak, içlerinden en iyilerini seçmeye çalışmak zor ve bir o kadar da olabilecek haksızlıklara açık bir çaba. Nasıl olur da “Sıkı Dostlar- Goodfellas” veya “Bir Rüya İçin Ağıt-Requıem For A Dream” böyle bir sıralamaya girmez. “Big Blue-Derinlik Sarhoşluğu” unutulmuş olabilir mi ? “Inception-Başlangıç” nerede ? Pes doğrusu “Danny Darko” bile yok. Geleceğe ışık tutan, kilometre taşı olabilecek filmleri seçtim ve arka arkaya sıraladım. “Yedi-Seven”nin karanlık atmosferinin, gizemli entrikasının bir çok polisiye gerilim için veya “Kırmızı Değirmen-Moulin Rouge” nin müzikal bir film için yakaladığı yaratıcılığı ve tutku sonraki yıllarda bir çok filme  referans olduğu tartışılmaz. Duyduğum tüm itiraz sesleri sesler mantığımı ve duygularımı yıprattı, son kertede olan bir liste olmayandan daha iyidir dedim ve “gönder” tuşuna bastım. Sıralamanın bir podyum sıralaması olmadığını birincinin en iyisi olmadığını da belirtmek istiyorum.  
 

Quentin Tarantino, 1992’de” Rezervuar Köpekleri” ile sinema dünyasına şaşırtıcı bir giriş yapmıştı. Kara Film türüne dinamik bir kurgu, abartılı bir şiddet, sokak raconu ile yeni bir soluk getirdi. Referansları B-sınıfı filmler, Uzakdoğu kökenli aksiyonlar, Sergio Leone tarzı westernler oldu. Bir çok filminde bu tarz bir filmi temel alıp kendine göre yeniden kurgular. İkinci filmi 1994'de gösterime giren ‘Ucuz Roman- Pulp Fiction’ tüm zamanların en başarılı filmlerinden birisi oldu. İlk filminde sinyallerini verdiği kurgunun zaman ve mekan olarak parçalanmasını, bir adım daha ileriye götürür. Tüm öyküyü her bir karakter için ayrı bölümler halinde anlatırken, şiddeti abartarak adeta karikatürize eder. Kanlı sahneler tiksindirmekten çok,  eğlendirici bir şekle dönüşür. Sohbetler ise ayrı bir eğlence konusudur. Sokak ağızla yapılan boş geyikler, yarattığı tarzın en önemli temel taşlarından birisi olur. Ucuz Roman’da olduğu gibi, örneğin Paris’te Mc Donald’ta satılan hamburgerler veya ayak masajı üzerine boş sohbetler dakikalarca uzayıp gider. Film müzikleri olarak ise ellili ile seksenli yıllar arasında ünlenmiş Rock, Country, Soul ve Pop parçalarını kullanır. John Travolta bu film sayesinde yeniden hatırlanmış, Tim Roth, Uma Thurman, Samuel L. Jackson gibi oyuncular Ucuz Roman ile kariyerlerini sağlamlaştırmıştır. Tarantino çeşitli yönetmenlerden ödünç alıp kolajladığı, cesur sinema tarzı ile birçok genç sinemacıya ışık tutar. Sonraki yıllarda yaptığı “Kill Bill” ve “Inglerious Bastards” ile tarzını aşağıya düşürmeden sürdürür.

J.R.R.Tolkien’in tarihin en fazla satılan kitabı “Yüzüklerin Efendisi”ni beyazperdeye uyarlamak birçok sinema adamının hayallerini süslemişti. Otuz yılı aşan bir süre film için çeşitli girişimler yapılmış, senaryolar yazılmış, vazgeçilmişti. Sonunda Peter Jackson Orta Dünyanın bu fantastik öyküsünü üç bölüm halinde sinemaya aktarmaya cesaret etti ve başardı. ‘Yüzük Kardeşliği’, ‘İki Kule’ ve ‘Kralın Dönüşü’ 2001-2003 arasında dünyada 1 milyarın üzerinde seyirciyi sinema salonlarına çekti. 2003’de son bölümü ile toplamda 11 Oscar ödülü kazanırken görsellik ve öykünün ruhu arasındaki köprüyü mükemmel kurar.    .

David Fincher doksanlı yılların en başarılı yönetmenlerinden birisi olur. Fincher karanlık ve klostrofobik atmosfer yaratmakta olan ustalığını sıra dışı öyküler ile birleştirerek ‘Yedi-Seven’ ve ‘Dövüş Kulübü-Fight Club’ gibi iki kilometre taşı filmi sinema dünyasına kazandırır. Klip dünyasında kazandığı dijital kamera deneyimlerini; dinamik, karanlık ve grenli resimler ile sinema dünyasına aktarır. Onun sineması adeta örnek aldığı iki yönetmen olan Kubrick ve Spielberg’in mükemmel bir karışımıdır. “Yedi” İncil’de yer alan yedi büyük günahı işleyenleri öldüren, seri bir katili yakalamaya çalışan iki detektif Somerset (Morgan Freeman) ve Mills’in (Brad Pitt) dünyası üzerine kuruludur. Somerset ne kadar akılcı ve temkinli ise Mills de o kadar atılgan ve heyecanlıdır. Sürpriz final Film Noir tarihinin ilklerinden birisini gerçekleştirir. Dövüş Kulübü ise Chuck Palahniuk’un aynı adlı tüketim toplumunun doyumsuzluğunu, modern insanın yalnızlığından şizofrenik kaçışını, içgüdüsel arayışlarını anlatan romanından David Koep’un senaryosu ile sinemaya uyarlandı. Fincher’ın karanlık atmosferinin zirve yaptığı film kısa sürede “Anti Amerikan Rüyası” kategorisinde kült mertebesine ulaştı. “Sahip olmak istediklerin sana sahip olurlar” veya “Her şeyi yapabilecek kadar özgür olman için her şeyini kaybetmen” lazım tümceleri filmin mesajını özetleyen alt
metinler oldu. 
Hannnibal Lecter (Anthony Hopkins) gibi unutulmaz bir kötü karakteri kazandıran Kuzuların Sessizliği- The Silence of The Lambs’ son çeyrek yüzyılın önemli filmlerinden birisidir. Thomas Harris’in aynı adlı romanından uyarlanan, Jonathan Demme’nin yönettiği filmde FBI ajanı Clarice Starling (Jodie Foster) genç kadınları öldüren Buffalo Bill lakablı seri katilin yakalanmasında önemli bir ilerleme kaydedemez. Yamyamlıktan yaşam boyu tutuklu psikiyatrist Hannibal ile katilin yakalanması konuşmalar yapmaya başlar. Zamanla genç detektif ve Lecter arasındaki konuşmalar bir düelloya, kişisel çatışmalara dönüşür. Beş Oscar ile ödüllendirilen filmin başarısına Anthony Hopkins’in yarattığı etkileyici Lecter karakteri üzerine iki film daha yapılır .

Matrix, alt metinleri ve görselliği ile tartışmasız sinema tarihinin en önemli filmlerinden birisi olur. Mitoloji, felsefe, din, edebiyat köklerinden beslenen senaryo insan algılamasını yeniden tartışır hale getirir. Sürdüğümüz standart yaşantının bir bilgisayar programı olarak kurgulandığını algılayan bir grup insan yeraltına sığınarak yaşamlarını bir direniş olarak sürdürmektedir.
Bekledikleri Neo (Keanu Reeves) adında üstün yetenekler ile donanmış bir insandır. Bir Mesih gibi algılanabilecek Neo, yeryüzündeki sistem ile savaşlarında en büyük güçleri olur. Latince’de rahim anlamını taşıyan Matrix kelimesi filmde gerçek yaşamda adı Anderson olan Neo’nun sanal olmayan yaşamına yeniden doğuşu kendisine sunulan kırmızı/mavi haplardan maviyi seçmesi ile başlar. Kırmızıyı seçse sanal yaşamını sorgulamadan sürdürecektir. Reload ve Revolution ile üç bölüm halinde çevrilen Matrix aksiyon sahneleriyle de ayrıca değerlendirilecek referans bir filmdir.


Uzak  Doğu filmlerinden esinti dövüş sahneleri, tüm taşıt araçlarının karıştığı takip sahneleri, Bullet-Time efektiyle de unutulmaz sekanslar içerir. Yönetmen Wachowski Kardeşler Platon’un mağara alegorisinden, Zen Budizmine, Gnostisizm’e (İsa’yı dümdüz bir insan olarak kabullenen Hıristiyan tarikat), İncil ve Tevrat’a uzanan alıntılar ile yazdıkları ve Bilimkurguda çığır açan senaryoları 2000 yılında Oscar kazanır. Film toplam dört Oscar ile ödüllendirilir. Wachowski Kardeşlerin yapımcılığını üstlendiği bir resimli roman uyarlaması “V For Vendetta” anarşiye bir güzelleme olarak isyankar filmlerin en üst sıralarına yerleşir. James McTeigue’ün yönettiği filmde V’nin maske altındaki yüzü hiç gözükmez “Bu maskenin altında etten ve kemikten daha fazlası var, bir fikir var ve fikirler kurşun geçirmez”.    
Luc Besson’un yazıp, yönettiği Leon (1994) New York’ta yalnız başına yaşayan ve İtalyan mafyasının tetikçiliğini yapan bir adamın hikayesini anlatır. Anne ve babası uyuşturucu mafyası tarafından katledilen komşu kızı Mathilda’yı Leon yanına alır. Yaşamını kimseyle paylaşmamış bu adam için duygu, sevgi yabancı açılımlardır. Jean Reno ve daha 12 yaşındaki Nathalie Portman’ın duygu yüklü oyunculukları yanında Amerikan aksiyon ve Fransız polisiye evrenlerini birleştiren Besson sıra dışı bir işe imza atar. Yaş farkına karşın Leon ve Mathilda’nın birbirlerine karşı duydukları aşk sadece ima edilir. Daha cüretkar bir senaryo yazmış olan Besson yapımcı firmanın uyarılarıyla bazı bölümleri sinema versiyonundan çıkartır. Film her iki oyuncunun da kariyerlerinde sıçrama tahtası olur.

Kimse 1992 yılında ‘Affedilmeyen-Unforgiven’ ın ve yönetmeni Clint Eastwood’un Oscar kazanmasını beklemiyordu. Ne de olsa westernlerin bu ödülü kazanma alışkanlığı yoktu. Eastwood bu kez alışılmadık bir anti kahramanı, William Muny’i canlandırıyordu. Silaha tövbe etmiş, ata binmekte zorlanan, çiftçilik yaparak iki çocuğuna bakmaya çalışan emekli statüsünde bir silahşördür Muny. Big Whisky kasabasında iki kovboyun saldırısına uğrayıp yüzleri kesilen iki hayat kadınının ısrarlarına ve para ödülüne dayanamaz, yollara düşer. Yan karakterlerde Gene Hackmann, Morgan Freeman, Richard Harris gibi muhteşem aktörler ile çalışan Eastwood, filmin unutulmaz finali ile tüm zamanların en iyi westernlerinden (belki en iyisi) birisine imza atıyordu. Küllerinden silkelenen silahşör öyküleri her zaman seyirciyi etkilemiştir. Bu kez karakterler bir westernin sınırlarını aşan bir derinlikte işlenmiştir. Eastwood’un en az yönetimi kadar geçmişinde canlandırdığı güçlü karakterleri adeta karikatürize eden anti kahraman karakteri bu filmi farklı kılan unsurlardan birisi olur.
Mullholland Çıkmazı iki binli yılların üzerinde en fazla konuşulan, en fazla farklı yorumlamalara yol açan filmi olur. David Lynch seyircisine bir kez daha  birleştirmesi için bir puzzle sunar. Lynch filminde “Hollywood rüyası”nı rüya ve kabus arasında meddi cezire dönüştüren bir Film Noir üslubunda anlatır. Bir trafik kazası sonrası geçmişini hatırlamayan Rita ile aklı fikri artist olmada olan Betty arasındaki tuhaf ilişkide her ikisi de zamanla birbirine dönüşmeye başlar. Gerçekte ise, bu dimağda yaşanan bir rüyadır, birisinin diğeri gibi olmak isteği ve cinsel olarak da arzuladığı şeklindedir. Hollywood rüyası ise kirli eller tarafından yönetilen bir kabusdur. Lynch finalde karanlığın içine kıvrılıp giden Mullholland Çıkmazı’nın varacağı noktayı seyircisinin yorumuna bırakır.
Sinemanın en ayrıksı yönetmenlerinden olan Lars Von Trier insan ruhunun güvenilmez ve kaotik yapısını anlattığı “Dogville” ile 2001’de bir başyapıta imza atar. Teatral bir dekor içinde sunduğu öyküsünde iyi ve kötü iç içedir, birisi diğerine kolayca dönüşebilir. Yeter ki sosyal çevre koşulları bu dönüşüm için tetiği çeksin. Trier insan ırkına olan güvensizliğini bir kez daha ifade eder. Avrupa sinemasının diğer önemli düşünürlerinden olan Avusturya’lı Michael Haneke  burjuva sınıfının ikiyüzlülüğü, medya simülasyonu, insanoğlunun anlamsız şiddeti üzerine yaptığı “Saklı-Caché” ile seyircisini düşündürmeyi bir kez daha başardı. Hali vakti yerinde bir ailenin evine gelen isimsiz kasetlerin yarattığı huzursuz sonrası, geçmişte üstü örtülmüş bir gerçeğin tekrar hatırlanması ve insanın suçluluk duygusundan kurtulmak için başvurduğu yanılsamalar üzerine sarsıcı bir dram “Saklı”. 
         1997’de tam 11 dalda Oscar kazanan Titanic hasılat olarak da kazandığı 2 milyar dolar ile tüm zamanların en başarılı filmlerinden birisi oldu. “Ben Hur” ve “Yüzüklerin Efendisi” kadar Oscar kazanan “Titanic” hiçbir felaket filmine nasip olmayan akademik bir başarıya ulaşıyordu. Burada yönetmen James Cameron’un transatlantiğin batışı kadar Jack Dawson ve Rose DeWitt Bukater arasındaki fakir ressam ve zengin kız aşkını da önemsemesinin rolü büyüktü. Leonardo DiCaprio ve Kate Winslett arasındaki uyum, filmin Celine Dion tarafından seslendirilen “My Heart Will Go On” şarkısı bilhassa pazarlama başarısını arttıran etkenler oldu. On yıl sessiz kalan yönetmen “Avatar” ile bir kez daha “Titanic” üzerine çıkan bir başarı yakalar. Kusursuzlaştırdığı CGI tekniği ile mükemmel bir 3D tekniği yakalayan Cameron bu kez Irak veya benzer ülkelere yapılan saldırıları ima edercesine, gelecekte uzakta barış içinde yaşayan  bir gezegene yapılan sömürgeci ve acımasız saldırıyı emsalsiz bir görsellikte anlatır. Bu kez Oscar gelmez ama yine müthiş bir gişe başarısı gelir. 
İki binli yılların en yaratıcı yönetmeni İngiliz asıllı Christopher Nolan, Batman serisine kazandırdığı yeni ruhu “Batman- Başlangıç”tan sonra “Gece Şövalyesi-The Dark Knight” de sürdürür. Bir Batman filmi için olağanüstü bir karakter zenginliği yaratır. Çekimlerden sonra yaşamını yitiren Heath Ledger  Joker karakterinde kötülük bağımlısı, kaos ve ironi arasında kalan unutulmaz bir portre yaratır ve ölümünden sonra Oscar ile ödüllendirilir. Aksiyon sahnelerinde hiç hazzetmediği dijitali kullanmayan Nolan gerçek ve sert sahneler ile etkileyici kareler yakalar. Nolan “Memento-Akıl Defteri”, “Başlangıç-Inception” ile son on yılın en özgün bir o kadar da kafa karıştıran filmlerine imza atar.
2002’de gösterime giren “Paramparça Aşklar ve Köpekler” tüm ezberleri bozan kurgusu ile bir anda dikkatleri üzerine çeker. Yönetmen Alejandro Gonzalez Inarratu zamanı kırarak farklı yaşamları, ortak bir kaderde birleştirir. Geriye giden anlatım, paralel yaşamlar yönetmenin sonraki filmlerinde de kullandığı bir kurgu olur. Öykülerin inandırıcılığı ve kurgudaki kusursuzluk filmi bir başyapıta dönüştürür.
Son 25 yıl içinde birçok başarılı çizgi film yapıldı fakat hiç birisi Toy Story ve Shrek kadar uzun soluklu ve etkileyici olmadı. “Oyuncak Macerası-Toy Story”  ilk olarak 1995’de hayatımıza girdi, Andy’nin odasındaki oyuncakları Kovboy Woody, Buzz Lightyear, Jessie,Stinky Pete, Mr.Potato Head…maceraları üç film olarak izlendi. 2010 da çıkan ve Pixar stüdyolarında 3D olarak çevrilen üçüncü film, içerik ve görsellik olarak en başarılı devam filmlerinden birisi oldu.Tüm filmlerin seslendirmelerinde Tom Hanks, Tim Allen, Joan Cusack,Ned Beatty, Michael Keaton gibi oyuncular rol aldı. Üçüncü Oyuncak Hikayesi 2010 Oscar ödüllerinde beş dalda aday oldu. Tarihte en iyi film dalında aday gösterilen üçüncü film olma onurunu taşıdı. En iyi animasyon ve en iyi şarkı dalında ödülü kazandı. Gişede bir milyar dolarlık kazançla tarihin en fazla kazanan yedinci filmi oldu.  Oyuncak Hikayesi’nin en büyük rakibi DreamWorks stüdyolarında çevrilen “Shrek” oldu. İlki 2001’de çevrilen Shrek’in seslendirmelerinde Mike Myers, Eddie Murphy, Cameron Diaz, John Litgow gibi oyuncular rol aldı. Çirkin ve sevilmeyen bir Oger olan Shrek, yaşadığı bataklığı sahip olabilmek için bir ejderha tarafından tutsak tutulan Prenses Fiona’yı kurtarmak zorundadır. Çirkin Shrek’in kurtardığı güzel Fiona arasındaki aşk, mükemmel çizilmiş komik ve kötü karakterler tamamlanır. Dördüncü bölümü 2010 da çıkarılan Shrek’te artık evli çoluk çocuğa karışmış Shrek ve Fiona vardır. Evlilik yaşantısının tek düzeliğinden bıkan Shrek eski maceralarını özlemektedir. Filmin müzikali 2009 yılından bu yana Broadway’de sahnelenmektedir.
Müzikal filmler arasında 2001’de gösterime giren “Moulin Rouge” hızlı temposu ve alışılmadık müzik seçimleriyle ile deyim yerindeyse “post modern” müzikal olarak tanımlanabilir. Müziklerini klasik, pop ve rock arasında harmanlayan filmde Lady Marmelade “Labelle”, Nirvana”Smells Like Teen Spirit”, Quenn”The Show Must Go On”, Elton John”Your Song”,Madonna”Material Girl” geniş listeden ilk anımsananlar. Paris’te yaşayan bohem yazar Christian (Ewan Mc Gregor) ile dansçı Satine (Nicole Kidman) arasındaki tutkulu aşkı mükemmel koreografi ve kostümlerin eşliğinde anlatır Avustralyalı yönetmen Baz Luhrman.
Savaş filmleri arasında iki film var ki çoğu sinefil tarafından defalarca seyredilmiştir. “Er Ryan’i Kurtarmak” filmini ilk 27 dakikasındaki Omaha Plajı çıkartması veya “Braveheart” daki İngiliz Kraliyet ordusu ile isyancıların vahşi çarpışmasını kim unutabilir. Sadece savaş sahneleri değil karakterlerde boşluk bırakmayan senaryolar her iki filmi de son 25 yılın en başarılı filmleri arasına sokuyor.
Türk Sinemasını “Eşkiya” öncesi ve sonrası olarak betimlemek yanlış olmaz kanısındayım. Deyim yerindeyse ölü toprağını silkeleyen bir film oldu Eşkiya. Gerek yapımındaki ince işçilik, gerek fantastik öğeler ile süslenmiş senaryosu şiirsel bir film gerçekleştirdi. Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” romanını 1986’da sinemaya uyarlayan Ömer Kavur tüm zamanların en iyi Türk Filmlerinden birisini gerçekleştirir. Kasaba oteli katibi Zebercet’in (Macit Koper) yalnızlığını yenmeye çalıştığı sanrılarını, tedirgin bir klostrofobi içinde anlatan, film seyircisini o karanlık dünyaya sokmayı başaran olağan üstü bir atmosfer filmi olarak hafızlara kazınır                  
‘Büyük Lebowski-Big Lebowski’ nin (1998) Aylaklık, vurdumduymazlık üstüne çevrilmiş en keyifli film olduğu tartışılmaz. Chandler vari bir polisiye öykü günlerini bowling oynayarak veya White Russian kokteyli içerek geçiren karakterler üzerine yaslanırsa ne olur?  Ahbap ’The Dude’ olarak tanınan Lebowski (Jeff Bridges), Vietnam’da kafayı sıyırmış Walter Sobchak (John Goodman) ve saftirik Donny (Steve Buscemi) günlerini bowling ve geyik ile geçiren üç arkadaştır. Ahbap’ın evine iki tip tarafından yapılan davetsiz bir ziyaretin nedeni Lebowski isminin karıştırılmasındandır. Tiplerin evi terk etmeden ‘Ahbap’ın çok değer verdiği İran halısı üzerine işemeleri kahramanımızı kızdırır. Adaşını bularak halısına olan zararın ödenmesini talep eder. Fakat hiç ummadığı bir entrikanın içine düşer. Polisiye gibi gözüken hikaye bir yerden sonra karakterlerin renkliliği üzerinden emsalsiz bir komediye dönüşür. Coen Kardeşlerin başarı skalasında en üstlerde yer alır “Big Lebowski”

No comments:

Post a Comment