yazarlar

Son 10 Yılın En İyi Türk filmleri






-Babam ve Oğlum (2005)
-Vizontele (2001)
-Hokkabaz (2006)
-Beş Vakit  (2006)
-Beynelmilel (2007)
-Sonbahar (2008)
-Bir Zamanlar Anadolu’da (2010)
-Kader (2006)
-Vavien (2009)
-Yazı Tura (2004)
-Yumurta, Süt, Bal Üçlemesi (2007-2009)
-Issız Adam (2010)
-Kaybedenler Kulübü (2010)
-Üç Maymun (2008)
-Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2002)
-İki Dil Bir Bavul (2009)
-Kosmos (2010)
-Yaşamın Kıyısında (2007)
-Nefes-Vatan Sağolsun (2009)

Türk Sineması son on yılı oldukça hareketli geçirdi. Farklı türlerde gezinen, geçmişin karanlık anılarına yönelen, daha cesur, sansür korkusu azalmış sinema yapan bir jenerasyon ortaya çıktı. Diğer bir yönetmen grubu ise apolitik fakat gerçekçi sinema dilinin izinde adeta bir Yeni Dalga arayışına girdi. Gişe başarısını ön plana alan farklı kalitede komediler çevrildi. Seksen darbesi sonrası yaşanan kişisel ve toplumsal travmaları ön veya arka planda öyküleyen filmlerin sayıları arttı. Buna en iyi örnek olarak “Sonbahar”, “Beynelmilel”, “Babam ve Oğlum” sayılabilir. “Sonbahar” hapiste geçirdiği onca yılın travmasını tüm bedeninde taşıyan genç bir adamın yaşam ile yeniden tanışmasını anlattı. Genç yönetmen Özcan Alper bir çok festivalde ödül kazandığı filminde  Doğu Karadeniz’in doğasını öyküsünün içine adeta bir karakter gibi sindirir. Hopa, Çamlıhemşin’in yağışlı, vahşi doğasının, baş karakter Yusuf (Onur Saylak) gibi nerede, nasıl patlayacağı belirsizdir.
“Beynelmilel” ise sıkıyönetimin sürdüğü yıllarda geçen gerçek bir öyküden yola çıkarken, trajikomik bir dille de dönemi yansıttı. Adıyaman’da Gevende olarak anılan bir grup yerel müzisyenin sıkıyönetim komutanlığı tarafından disiplinli bir orkestraya dönüştürülmek istenmesi bize dönemin trajikomik bir resmini çizdi. Senarist ve yönetmen Sırrı Süreyya Önder yine bu dönemi yansıtan “O… Çocukları” ile de  dikkati çekti.

Listede iki film ile yer alan Çağan Irmak 12 Eylül mağduru oğul baba ve torun arasındaki ilişkiyi samimi bir duygusallık içinde işledi. Çağan Irmak  duygusallığın ağır bastığı filmlerinde eski Yeşilçam geleneklerine modern rötüşler yaptı. ‘Issız Adam’da ise büyük kent yaşamında sıkışmış karakterlerin kafa karışıklığını, duygusallık ve bencillik arasındaki kararsızlığını dar bir sosyal çevre içinde yansıttı.

On yıllık döneme uluslar arası festivallerde kazandığı başarılar ile en fazla damgasını vuran yönetmen Nuri Bilge Ceylan oldu.  Antonioni, Tarkovsky gibi ustaların gerçekçi sinema anlayışını yaşamın içinden insan portreleri ile sürdürür. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve ‘Üç Maymun’ sinemamızın klasikleri arasındaki yerlerini aldı.

“Üç Maymun” ile Ceylan’ın sinemasında taşra sıkıntısı, uzaklaşma gibi tematik sıralamaya ailenin kopuşu eklenir. Efendi paradır ve artık tüm değerler onun emri altındadır. Önceki filmlerinin uzak plan çekimlerinden geçiş yaptığı yakın plan çekimler ile karakterlerinin ruhunu okumaya açık bir hale dönüştürür.
Zamanın adeta durduğu bir Anadolu kasabasının küçük yaşamını, filmin adının çağrıştırdığı gibi “gerçek değil bir masal” gibi anlattı. Öykü bir cinayet sonrasının 12 saatini anlatırken, karakterlerini  doktor, savcı, baş komiser, jandarma, zanlının başı çektiği araştırma ekibinin içinden seçiyor. Cinayet ve nedeni çok önem taşımıyor daha çok karakterleri tanımamıza, onların travmatik geçmişlerini, sıkışmışlıklarını keşfetmemize vasıta oluyor.
İlk bölüm gece yarısının karanlığında kırsal alanda geçiyor. Zanlının cesedi gömdüğü yeri keşfetmeye çalışıyor araştırma ekibi.  Sessizlik ve karanlık otların hışırtısını, rüzgarın sesini olanca doğallıyla hissettiriyor seyirciye. Gittikçe uzayan araştırma, karakterlerin yaşamları, mutsuzlukları üzerine ipuçlarını açık veya üstü kapalı bir şekilde ortaya çıkarmaya başlar.

Türk asıllı Hamburg doğumlu yönetmen Fatih Akın ‘Yaşamın Kıyısında’ ile ait olduğu her iki toplumun farklı kesimlerinden gelen karakterleri ortak yazgılarda birleştirdi.

“Yumurta”, “Süt” üçlemesinin sonuncusu  olan “Bal” ile Berlin’de Altın Ayı ödülüne layık görülen Semih Kaplanoğlu’ sinema dilini “manevi gerçekçilik” olarak adlandırıyor. Yarattığı şiirsel atmosfer, insanın doğa içindeki konumu, uzun plan-sekans ile zamanın varlığını hissettiren bir sinema dili onun önde gelen tercihleri oldu. Durul ve Yağmur Taylan Kardeşler “Vavien” ile kasaba yaşamının kısır döngüsü içinde akıp giden bir kara komediye imza attılar. Bu türün en büyük özelliği olan komedi ve gerilim arasındaki çizgiyi mükemmel çizerken, her karakterin bir yanını gölgede bırakıp sonraki adımı merak edilir hale dönüştürmeyi başardılar.

Sinemamızın üretken yönetmenlerinden olan Reha Erdem “Anne Korkuyorum”, “Beş Vakit”, “Hayat Var”, “Kosmos” ile iki binli yılları son derece yoğun geçirir. “Beş Vakit” aynen namaz vakitleri gibi bölünen bir gün içinde köy yaşamından küçük yaşamlar sunar. Büyüyemeyen yetişkinler, onların otorite adına çocuklarına uyguladığı şiddet, çocukların karmaşık dünyası küçük bölümler halindedir. Özenle çekilmiş doğa görüntüleri filmi senfonik bir şiire dönüştürür. “Kosmos”  ise bu alemin dışından gelmiş gibi davranan, kendini ifade eden bir karakter olan Battal’ı tanıtır. İyileştirici güçleri vardır, aşkın peşindedir, para pul ile ilişkisi yoktur. Kars’ın zaman mevhumunu yıkan karlı manzarası, siyah giyinmiş insanları “Kosmos”a sihirli bir atmosfer verir.

2009 yılında yaşamını kaybeden Ahmet Uluçay’ın çocukluğunu anlattığı ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ içten anlatımı ile seyirciyi etkiledi. Köyde sinemaya meraklı çocukların bir ahırda projeksiyon makinesi yapma çabalarını anlatan film ne yazık ki Uluçay’ın ilk ve son uzun metrajı oldu.

 Genç yönetmen Tolga Örnek “Hititler” ve “Çanakkale” gibi iki başarılı belgesel sonrası çektiği “Devrim Arabaları” ile kurgusal filmlere adım atmıştı. “Kaybedenler Kulübü” ile bu kez farklı, bağımsız, uçuk, cesur bir filmle farklı bir zaman dilimini, doksanlı yılları anlattı. Zamanın gerçekte boş vermiş gözüken özgür ruhunun, bir arayışın, isyanın ve hepsinden önemlisi yalnızlıktan kaçmanın bir eseri olduğunu tanımlıyordu.

Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy’ün Altın Koza Festivali’nde beğenilen ve Yılmaz Güney Ödülüne değer bulunan belgeselleri “İki Dil, Bir Bavul” ile Kürt meselesine yıllar öncesinde nereden başlanması gerektiğine didaktik olmadan, tarafsız, samimi ve doğal bir anlatımla ışık tutuyordu. Kürt toplumu ile mevcut iletişimsizliğin çekirdeğini yerinden tüm yalınlığı ile gözler önüne seriyor, insanlığın en temel iletişim aracı dilin, işlevi olmayınca nasıl bir yabancılaşma ve ötekileşme sendromuna dönüşebileceğinin altını çiziyordu.

İki binli yılların en üretken isimlerinden olan Cem Yılmaz’ın “Gora” “Arog”, “Yahşi Batı” parodileri arasında “Hokkabaz” en özgün filmi oldu. Cem Yılmaz yönetmenliğini ve başrolünü oynadığı filmde sihirbaz İskender ve yardımcısı Maradona’nın turne maceralarını trajikomik bir dille anlattı. Yılmaz Erdoğan’da “Neşeli Hayat” da kırk lira gündelikle bir alışveriş merkezinde çalışan Noel Baba Rıza’nın yaşamını anlatırken dram ve komedi arasındaki ince çizgiyi ustalıkla korudu. “Vizontele” ise Erdoğan’ın sinematografisinin köşe taşı oldu.

“Masumiyet” ile sinemamızın baş yapıtlarından birisine imza atmış olan Zeki Demirkubuz son on yılı oldukça üretken geçirdi. “İtiraf”, “Yazgı”,”Bekleme Odası”, “Kader”,”Kıskanmak” onun ana malzemesi insanın karanlık yüzü ve yenemediği kaderi üzerine başarılı filmler oldu.

Levent Semerci’nin yönettiği “Nefes-Vatan Sağolsun” ile son on yılın en fazla ses getiren filmlerinden birisine imza attı. Güneydoğu da bir karakolda kırk askerin korkularını, yalnızlıklarını, umutlarını, çarpışmalardaki paniklerini anlatırken şovenizmden uzak kalmaya çalışan bir dil kullandı. Gerçeklik duygusu ve dinamik oyunculuklar gişede büyük bir başarıyı getirdi.      

No comments:

Post a Comment