yazarlar

Haberler







































İndiana Jones efsanesi

George Lucas ve Steven Spielberg ikilisinin sınırları tahmin edilmesi zor yaratıcılıklarının eseri olan Kamçılı Adam/İndiana Jones yeni filmiyle aradan geçen yirmi altı yıllık süreye rağmen hayranlarını tekrar heyecanlandırdı. Bu kadar uzun aranın nedeni kahramanın şanına uygun bir öykünün yazılmaması olur. Sonunda tüm öykülerin fikir babası George Lucas bu kez Jeff Nathanson’un ile kaleme aldığı hikayeyi ünlü senarist David Koepp’e teslim eder. Şüphesiz Spielberg dışında bir yönetmen ve ilerlemiş yaşamına rağmen Harrison Ford dışında İndiana Jones düşünülemezdi.

Kamçılı Adamın geçmişine bir göz atacak olursak, onu arkeoloji dersleri veren yuvarlak gözlüklü , papyon takan , saçları yana itina ile taranmış , munis bir öğretmen olarak tanıdık. Şapkasını ve yıpranmış deri ceketini giyip maceraya atıldığında, ikinci kişiliği şiddetten korkmayan , gözüpek , her türlü aracı kullanabilen süper kahraman olarak karşımıza çıkar. Onu bu kadar sevdiren de bu normal insandan süper kahramana yaşadığı değişimdir.

İndiana Jones ilk macerasında ’Kutsal Hazine Avcıları-Raiders of Lost Ark’(1981) içinde on emirin olduğuna inanılan kutsal bir sandığı ele geçirebilmek için Nazilere karşı mücadele verir. Nepal’den Kahire’ye kadar uzanan macerada Jones’a  eski sevgilisi Marion Ravenwood yardımcı olur. Her macerada olduğu gibi hükümeti tarafından görevlendirilen ünlü arkeolog her saniyesi tehlike ve aksiyon dolu bir macera sonunda kutsal sandığı bulur. Aksiyon sahnelerinin yaratıcılığı Fransız arkeolog Dr.Renee Belloq ve işkenceci Alman Subayı Dietrich gibi kötü karakterler filmin dinamiğini arttırır. Finalde Jones kutsal sandığı ülkesine getirir ve yetkililere teslim eder.  Ve onlarda bunca emeğin karşılığı emaneti bir müze yerine depoya kaldırırlar. Yıllardır müzelerini çalıntı tarihi eserler ile dolduran batılı ülkeler için bu alışılmadık bir durumdur. Spekülasyonlara yol açmamak adına diğer maceralarında Jones bulduğu eserleri ait olduğu topraklarda bırakır. 


Serinin en karanlık macerası ikincisi ‘Kamçılı Adam-İndiana Jones and the Temple of Doom ‘(1984) da Hindistan’da geçer. Thungee tarikatı, Tanrıları Kali Ma adına kutsal kabul ettikleri Sankara elmaslarını bir araya getirmeye çalışmaktadır. Gömülü kayıp elmaslar bulunup sayıları beşe tamamlanınca dünyadaki tüm dinlere hakim olacaklarına inanmakta bunun uğruna toprak altında köylerden kaçırdıkları küçük çocuklara kazdırmaktadırlar. Karanlık yer altı , ürkütücü ayinler ilk filmin aydınlığını klostrofobik bir atmosfere dönüştürür. Asma köprü üzerindeki aksiyon sahnesi türünün unutulmazları arasında yerini çoktan aldı. İndiana Jones’un en karakteristik özelliği olan maceranın farklı ülkelere atlamasının olmaması ve özgün mizahının eksikliği bu filmi serinin en zayıf halkası yapar.


Üçüncü macera ‘İndiana Jones Son Macera- Last Crusade’(1989) ise İndy’nin babası olarak Sean Connery’nin de ekibe katılmasıyla en beğenileni ve eğlencelisi olur. Bu kez konu İsa’nın son yemekte şarap içtiği kutsal kasedir. Rivayete göre içene sonsuz yaşam veren kasenin yerine baba Henry Jones çok yaklaşmış ve İtalya’dan oğluna bununla ilgili günlüğünü göndermiştir. Devreye bir kez daha Naziler girer. Venedik’te başlayan macera Berlin , Avusturya , İskenderun üzerinden devam eder. Otuzlu yılların İskenderun’unu toz toprak içinde İndy filmlerinin genel atmosferine uygun bir kara parçası olarak tanımlanır.
İndiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı serinin tüm olmazsa olmazlarını tekrar bir araya getiren fakat biraz daha modern bir anlayış ile çevrilmiş bir devam filmi. Modern anlayış daha çok Lucas ve Spielberg’in sevgili takıntıları uzaylı varlığın bu kez sihir , büyü  gibi tipik İndiana Jones metaforlarının yerini almasından ortaya çıkıyor.  Bu kez kaybolmuş bir medeniyetin izini sürer kamçılı kahraman. İlk filmden sonra ortalıktan kaybolan Marion Ravenwood (Karen allen) tekrar ellili yaş olgunluğuyla  Jones’un karşısına çıkar. Hem de bir sürpriz ile genç Mutt Williams’ın (Shia LeBoeuf) onun oğlu olduğunu söyler.

İndina Jones’un unutulmazlığını vurgulayan bir çok ‘olmazsa olmazlar’ vardır. Kahverengi şapkası, düşmanlarının ellerindeki silahı kapmakta veya düştüğü çukurlardan kurtulmakta kullandığı kamçısı, yılan korkusuna rağmen sürekli karşısına çıkan sürüyle  yılan,   mağara ve ekzotik ormanların konuksever canlıları dev akrep ve örümcekler, harita üzerinde macera güzergahının kırmızı bir çizgiyle çizilmesi  her filmde seyircinin görmek istediği ‘olmazsa olmazlardır’. Kadınlar ile devam etmeyen kopuk ilişkileri de yaşamının ayrı bir parçası olarak süreklilik gösterir. İlk macerasında onca tehlikeye eşlik eden eski ustası Abner Ravenwood’un kızı Marion (Kate Allen) , Hindistan labirentlerindeki sarışın partneri şarkıcı Wilhelmina (Kate Capshaw) , çift taraflı ajan güzel sarışın Elsa Schneider (Alison Doody) yaşamına daha doğrusu maceralarına girer çıkar. Dönem olarak otuzlu yılların değişmez düşmanı Naziler dördüncü filmde yerini ellili soğuk savaş yıllarında  Ruslara bırakır.

Artık altmış altı yaşına gelmiş İndiana Jones yeni bir maceraya atılır mı yoksa yerini oğlu Mutt’a mı bırakır bilemeyiz ama gelecek nesillerin de Kamçılı Adam’ı tanımasını isteriz.      



SON ON YILIN EN İYİ TÜRK FİLMLERİ

 

-Sonbahar            
-Babam ve Oğlum
-Vizontele
-Uzak
-Beş Vakit
-Beynelmilel                                                    
-Üç Maymun
-Kader
-Vavien
-YazıTura
-Yumurta, Süt, Bal üçlemesi
-Issız Adam
-Yaşamın Kıyısında
-Gönül Yarası
-Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak
-İki Dil Bir Bavul

Türk Sineması son on yılı oldukça hareketli geçirdi. Farklı türlerde gezinen, geçmişin karanlık anılarına yönelen, daha cesur, sansür korkusu azalmış bir jenerasyon ortaya çıktı.

Diğer bir yönetmen grubu ise apolitik fakat gerçekçi sinema dilinin izinde adeta bir Yeni Dalga yakaladı. Gişe başarısını ön plana alan farklı kalitede komediler çevrildi. Seksen darbesi sonrası yaşanan kişisel ve toplumsal travmaları ön veya arka planda öyküleyen filmlerin sayıları arttı. Buna en iyi örnek olarak Sonbahar, Beynelmilel, Babam ve Oğlum sayılabilir. Sonbahar hapiste geçirdiği onca yılın travmasını tüm bedeninde taşıyan genç bir adamın yaşam ile yeniden tanışmasını anlatır. Genç yönetmen Özcan Alper bir çok festivalde ödül kazandığı filminde Doğu Karadeniz’in doğasını öyküsünün içine adeta bir karakter gibi sindirir. Hopa, Çamlıhemşin’in yağışlı, vahşi doğasının, baş karakter Yusuf (Onur Saylak) gibi nerede, nasıl patlayacağı belirsizdir.

Beynelmilel ise sıkıyönetimin sürdüğü yıllarda geçen gerçek bir öyküden yola çıkarak trajikomik bir dille dönemi yansıtır. Adıyaman’da Gevende olarak anılan bir grup yerel müzisyenin sıkıyönetim komutanlığı tarafından disiplinli bir orkestraya dönüştürülmek istenmesi bize dönemin komik bir resmini çizer. Senarist ve yönetmen Sırrı Süreyya Önder diğer filmi O… Çocukları ile de dikkat çeker. Listede iki film ile yer alan Çağan Irmak 12 Eylül mağduru oğul baba ve torun arasındaki ilişkiyi samimi bir duygusallık içinde işler. ‘Issız Adam’da ise büyük kent yaşamında sıkışmış karakterlerin kafa karışıklığını, duygusallık ve bencillik arasındaki kararsızlığını dar bir sosyal çevre içinde yansıtır.

On yıllık döneme uluslararası festivallerde kazandığı başarılar ile en fazla damgasını vuran yönetmen Nuri Bilge Ceylan olur. Antonioni, Tarkovsky gibi ustaların gerçekçi sinema anlayışını yaşamın içinden insan portreleri ile sürdürür. ‘Uzak’ ve ‘Üç Maymun’ sinemamızın klasikleri arasındaki yerlerini alır. Türk asıllı Hamburg doğumlu yönetmen Fatih Akın ‘Yaşamın Kıyısında’ ile ait olduğu her iki toplumun farklı kesimlerinden gelen karakterleri ortak yazgılarda birleştirir. ‘Yumurta’, ‘Süt’ üçlemesinin sonuncusu olan ‘Bal’ ile Berlin’de Altın Ayı ödülüne layık görülen Semih Kaplanoğlu sinema dilini manevi gerçekçilik olarak adlandırıyor. Yarattığı şiirsel atmosfer, insanın doğa içindeki konumu, uzun plan-sekans ile zamanın varlığını hissettiren bir sinema dili onun önde gelen tercihleri oldu.

Taylan Kardeşler, Vavien ile kasaba yaşamının kısır döngüsü içinde akıp giden bir kara komediye imza atarlar. Sinemamızın üretken yönetmenlerinden olan Reha Erdem Anne Korkuyorum, Beş Vakit, Hayat Var, Cosmos ile iki binli yılları son derece yoğun geçirir. Beş Vakit aynen namaz vakitleri gibi bölünen bir gün içinde köy yaşamından küçük yaşamlar sunar. Büyüyemeyen yetişkinler, onların otorite adına çocuklarına uyguladığı şiddet, çocukların karmaşık dünyası küçük bölümler halindedir. Özenle çekilmiş doğa görüntüleri filmi senfonik bir şiire dönüştürür.

Geçtiğimiz yıl yaşamını kaybeden Ahmet Uluçay’ın çocukluğunu anlattığı ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ içten anlatımı ile seyirciyi etkiledi. Köyde sinemaya meraklı çocukların bir ahırda projeksiyon makinesi yapma çabalarını anlatan film ne yazık ki Uluçay’ın ilk ve son uzun metrajı olur.

 2000'li YILLARIN EN İYİ 25 FİLMİ


2000’li yılların ilk on yılını bitiriyoruz. İlk on yılın dikkat çeken filmlerini anımsamak için arşivlere girdiğimde kafa karıştıran bir birikimle karşılaştım. Etkileyici ve gişede de başarılı olmuş bir çok film yanında, birer başyapıt düzeyinde olan fakat çeşitli nedenler sonucu geniş anlamda gösterime girememiş filmler arasında karar vermenin ne kadar güç olduğunu gördüm...
Bunların arasından en iyi 25 filmi seçmek hangi kriterlere göre olacaktı? Sinema için yeni bir soluk olabilecek, farklı bir bakışı temsil eden filmler ile Hollywood’un pahalı fakat etkileyici filmleri arasında harman bir liste yapmak ve adil davranmak oldukça zor oldu. En zoru da büyük beğeni toplayan fakat beni nedense çok etkilemeyen filmlere haksızlık yapmama baskısı oldu.

Diğer taraftan onları küçük bütçeli fakat yaratıcı bir dehanın ürünü olan, zamanla kült mertebesine ulaşan veya ulaşabilecek filmler ile sıralamak hoşuma giden bir intikam oldu. Bir kriter olarak da birden fazla filmle döneme vurgusunu vuran yönetmenlerin filmlerine öncelik vermenin daha hakkaniyetli olacağına karar verdim.

Daha fazla sayıda filme yer verebilmek için Türk filmleri için ayrı bir liste yapmak da mantıklı geldi. Nereden bakarsak bakalım son on yılın Türk sineması için yeniden bir yapılanma süreci olarak geçtiğini net olarak görüyoruz.

Genel olarak baktığımızda insanoğlunun gittikçe artan kontrolsüz şiddeti üzerine anlatılan öykülerin sayısı oldukça fazla.

Fantastik filmlerin ise gittikçe gelişen teknoloji sonucu mükemmel bir görselliğe ulaştığına tanık olduk.

Uzak Doğu Sinemasının yaratıcılığına ve estetik duygusuna birçok filmde tanık olduk ve büyük keyif aldık.


1- İhtiyarlara Yer Yok–No Country For Old Man, 2007, Yön: Coen Kardeşler

2- Saklı-Cache ,2001, Yön: Michael Haneke

3- Aşk Zamanı-Fa young nin wa, 2000, Yön: Wong Kar-Wai

4- Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti-The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford, 2007, Yön: Andrew Dominik

5- Dogville, 2003, Yön: Lars von Trier

6- Avatar, 2009, Yön: James Cameron

7- Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi, 2002-2004, Yön: Peter Jackson

8- Tanrı Kent-Cidade de Deus, 2002, Yön: Fernando Meirelles

9- Kanlı Pazar-Bloody Sunday, 2004, Yön: Paul Greengrass
10- Açlık–Hunger, 2009, Yön: Steve McQuenn

11- Konuş Onunla-Hable con ella, 2002, Yön: Pedro Almadovar

12- Karanlık Yolculuk-Danny Darko, 2001, Yön: Richard Kelly

13- Paramparça Aşklar Köpekler-Amores Perros, 2002, Yön: Alejandro Gonzalez İnarratu
14- Başkalarının Hayatı-Das Leben der Anderen, 2006, Yön: Florian Henckel von Donnersmarck

15- Mulholland Çıkmazı-Mullholland Drive, 2001, Yön: David Lynch

16- Kara Şövalye-The Dark Knight, 2008, Yön: Christopher Nollan

17- Bir Rüya İçin Ağıt-Dream For Requiem, 2002, Yön: Darren Aronofsky

18- Dönüş-Vozyyrashchenie, 2003, Yön: Andrei Zvydagintsev

19- Amelie-Le Famouleux Destin d’Amelie Poullain, 2001,Yön: Jean Pierre Jeunet

20- Yaratık-Gwoemul, 2006, Yön : Bong Joon-Ho

21- Sarhoş Atlar Zamanı-Zamani Barayi Masti Ashbi, 2000, Yön: Bahman Ghomani

22- Billy Eliot, 2000, Yön: Stephen Daldry

23- Afili Delikanlı-Sweet Sixteen, 2002, Yön: Ken Loach

24- Yasak bölge 9-District 9, 2009, Yön: Neill Bloomkamp

25- Kan Dökülecek-There Will Be Blood, 2007, Yön: Paul Thomas Anderson


2000’li yıllara damgasını vuran isimlerin başında gelen Coen Kardeşlerin 2009’da Oscar ödülünü kucakladıkları ‘İhtiyarlara Yer Yok’ günümüz insanının içinde bulunduğu kötülük dolu ve güvenilmez dünyayı, özgün bir western/polisiye atmosferinde, tek kelimeyle mükemmel olarak yansıtır. Bir para çantasının etrafında dönen sınırsız şiddeti anlatırken, modern çağ insanının evriminin aslında ilkelliğe ne kadar yakınlaştığını ima eder Coen’ler. Avusturya asıllı Michael Haneke festivallerde en fazla ödül kazanan yönetmenlerin başında geliyor. Zamanın ruhunu kavramış sıkı bir düşünür olan Haneke burjuva sınıfının ikiyüzlülüğü, medya simülasyonu, insanoğlunun anlamsız şiddeti, saptırılmış gerçeklerin üzerine giden filmlerinden birisi olan ‘Saklı’ ile son on yıla sağlam bir imza attı. İsimsiz kasetlerin huzursuz ettiği bir burjuva ailenin, geçmişte saklı kalmış bir gerçekle yüzleşmesi ve suçluluğun duygusunun üzerinin örtülmesi düşündürücü bir film. Wong Kar-Wai ismini geniş kitlelere tanıtan ‘Aşk Zamanı’ renk, dekor, kostüm ve sıra dışı kadrajları ile unutulmaz bir estetik gösterisi sunar. 1962 Hong Kong’unda yaşanan imkansız bir aşkı anlatırken, nostaljiyi unutulmaz bir tango müziği ile kaynaştırır. ‘Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ Yeni Zelanda kökenli Andrew Dominik’in ikinci uzun metrajlı filmi. Western türü için alışılmadık hüzünlü bir atmosferi kurmadaki başarısı, sakin fakat akıcı anlatımı, Robert Ford karakterini canlandıran Ben Casey’in etkileyici performansı filmin en önemli artıları olarak öne çıkar. Öykünün sadece bir suikast ile sınırlanmaması, olayın sosyal etkileri, suikastçinin kaderini izlemesi filmi western atmosferi içinde geçen, bir psikodramaya dönüştürür. Son yirmi yılın en önemli yönetmenlerinden Lars Von Trier insan karakterinin kaotik yapısını, güvenilmezliğini, değişkenliğini teatral bir dekor içinde anlattığı ‘Dogville’ ile sinema tarihinin en ayrıksı filmlerinden birisine imza atar.

Ve James Cameron… 2009’da Avatar ile muhteşem bir dönüş kutlar. Titanik sonrası on yıl kadar sessiz ve derinden giden yönetmen, hareket yakalama teknolojisini kusursuzlaştıran CGI tekniği ile emsalsiz bir 3D görüntü şöleni sunar. Tüm zamanların hasılat rekorlarını kıran film 2000’li yılların en sevilen teması olan insanoğlunun acımasızlığını, sömürgeci çıkarları için her şeyi yakıp yıkabileceğini fantastik bir öykü içinde anlatır.

Evet 2000’li yılların en çarpıcı filmleri genelde insanın kontrolsüz şiddetini konu aldı; Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles’de ‘Tanrı Kent’ ile ülkesinin varoşlarında yaşanan savaşı, belgesele yakın bir anlatım ile gösterir. İngiliz Paul Greengrass ise Berlin’de Altın Ayı kazanan ‘Kanlı Pazar’da İngiliz polisinin yürüyüş yapan sivil İrlandalılara uyguladığı katliamı konu aldı. Aynı Greenrass ünlü Bourne serisinde yaptığı ‘Medusa Darbesi’ ve ‘Son Ültimatom’ ile birinci sınıf iki aksiyona da imza atarak, son on yılın çıkış yapan yönetmenleri arasında üst sıralarda yerini aldı. Politik sinemanın en sıkı örneklerinden birisi de 2008 Cannes’da Altın Kamera ödülü alan ‘Açlık’ oldu. Genç yönetmen Steve Mc Queen ilk uzun metrajında IRA’nın önderlerinden Bobby Sand’ın 1981 yılında Long Kesh hapishanesinde, kendisiyle birlikte dokuz kişinin ölümüne yol açan açlık grevini anlatıyor. Film sistemin hapishanede uyguladığı düzenli şiddeti, Sand’ın açlık grevinde her geçen gün erimesi, vücudunda açılan yaralar, bilincini yitirmesini unutulmayacak kareler ile yansıtır. Sabit bir kamera açısından verilen direnişçi ve rahip arasında 23 dakika süren tartışma tüm direnişin özünü söze dökerken, bedensel direnişin de intihardan olan farkını ortaya koyar.

Mulholland Çıkmazı
iki binli yılların üzerinde en fazla konuşulan, farklı yorumlanan filmi olur. Sinema dünyasının anlaşılması en zor yönetmenlerinden olan David Lynch seyircisine bir kez daha birleştirmesi için bir ‘puzzle’ sunar. Başrol oyuncusu Naomi Watts’ın söylediği gibi ‘seyircinin yanında eve götüreceği’ bir filmdir. Filmde Hollywood rüyasını, gerçek ve kabus arasında bir meddi cezir’e dönüştüren Lynch, Film Noir sınırlarında yürümeyi de ihmal etmez. Bir trafik kazası sonrası geçmişi anımsamayan Rita ile neşeli, fıkır fıkır, artist olma hayalleri kuran Betty şehvet ve tutku dolu ilişkilerinde, yavaş yavaş birbirlerine dönüşmeye başlar. Bu dönüşümün gerçekte zihinde yaşanan bir rüya olduğunu, gerçekte birisinin diğeri gibi olmak arzusu olduğunu, onu cinsel olarak da arzuladığını içerdiğini anlıyoruz. Film Hollywood rüyasının baştan sona kayıtlı olduğunu gerçekte her şeyin kirli eller tarafından yönetildiğini yan kısa hikayeler ve karakterler ile anlatır. Öykü filmin başlangıcındaki Mulholland Çıkmazı levhasından sonra, kıvrılıp giden yol gibi, karanlığa doğru seyrederken seyirciye de yorumlamak düşüyor.

2007’de Yabancı Film Oscar’ını kazanan Başkalarının Hayatı, Berlin Duvarının yıkılmasından önce, Doğu Almanya sosyalist partisinin sanatçılar, entelektüeller üzerindeki baskısını konu alan bir öyküyü anlatır. İstihbarat teşkilatında izleme ve dinleme görevlerinde uzmanlaşmış, gizli polis Gerd Wiesler (Ulrich Mühe) bir grup sanatçıyı dinleyerek sistem aleyhine faaliyetleri hakkında kanıt toplamaya çalışır. Gördükleri, duydukları kendi yaşamı, parti politikası üzerine olan inancını ciddi şekilde sarsar. Özgür düşüncenin insan bedeninden uzaklaştırılamayacak kadar bir parçası olduğunu kavramaya başlar. Ulrich’in çizdiği görevine sadık polis portresi tüm zamanların en başarılı oyunculuk performanslarından birisi olur. Oyuncu filmden kısa bir süre sonra yaşamını kaybeder. Yönetmen Donnersmarck ise ilk uzun metrajında harikalar yaratır ve Hollywood’a transfer olur.

Richard Kelly, Karanlık Yolculuk-Danny Darko ile en iyi ilk film yapan yönetmenler arasına adını yazdırır. Senaryosunu da kendi yazan Kelly, zaman içinde yolculuk kavramı gibi fantastik bir temayı gerilim dolu bir öykü ile harmanlar. Uyurgezer, şizofren bir ergenin karanlık dünyasını, tutucu kasaba yaşamına yapıştıran Kelly, yarattığı gizemli atmosfere kuantum fiziği gibi ilginç bir kavramı eklerken, gelecek ve geçmiş arasındaki ilişkiyi sorgular. Geniş bir seyirci kitlesine ulaşamayan film, kulaktan kulağa yayılarak zamanla bir kült filme dönüşür. Katıldığı birçok festivalden ödülle dönen filmde, Darko’yu oynayan Jack Gyllenhaal daha deneyimsiz bir oyuncu olarak başarılı performansı ile dikkat çeker. Son on yıla hakim karanlık filmler arasında Bir Rüya İçin Ağıt, uyuşturucu alışkanlığı, yalnızlık ve TV bağımlılığı üzerine birbirine paralel çarpıcı yaşam öyküleri anlatır. Brooklyln’den bağımlıkların yıktığı dört yaşamın üzücü yaşamlarını tanıtır. 2008’de Güreşçi ile sıkı bir çıkış yapan Darren Aronofsky’nin en başarılı filmlerinden olur. Diğer karanlık bir öykü ise Batman-Gece Şövalyesi tüm zamanların en başarılı çizgi roman uyarlaması olarak anılır. Çekimler sonrası yaşamını kaybeden Heath Ledger’in canlandırdığı Joker karakteri Oscar ile ödüllendirilir. Yönetmen Nolan yönettiği ikinci Batman ile seriye yeni bir ruh kazandırdığını kanıtlar. Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev, Dönüş ile çok başarılı bir ilk film gerçekleştirir. Yıllar sonra geri dönen bir baba ve oğulları arasındaki ilişkiyi anlatan öykü, unutulmayacak bir final ile sonlanır.

Amelie ise bu karanlık dönemin en renkli ve umut dolu filmi olur. İyi kalpli Amelie başkalarını mutlu etmek için çırpınır durur. Son Umut ise artık insanın üreyemediği bir dünyadan distopik ve karamsar mesajlar gönderir. Gerçekçi yapısı ile son yılların en başarılı bilim kurgusu olur. Neill Bloomkamp ise Yasak Bölge 9‘da uzaylılara yeni bakış açısı getirir, dünyada mülteci muamelesi gören itilip, kakılan yaratıklar olarak insanların şiddetine maruz kalırlar. Güney Kore Sinemasının son yaratıcı yönetmeni Bong Jon-Ho ise Yaratık ile bu türe yeni bir soluk kazandırır. Sudan çıkan bir yaratık çevresinde insan ilişkileri tartışılır. Mizahi bakışı hiç kaybetmeyen bir yaratık filmine çok sık rastlanılmaz.

2000’de Cannes Altın Kamera ödülü kazanan Bahman Ghomadi’nin Persçe-Kürtçe filmi Sarhoş Atlar Zamanı, yoksulluk ve çaresizlik üzerine insanın içini acıtan kareler sunar. Görselliğin ön planda olduğu öykü Ghomadi’nin kendi toprakları olan İran yakınlarındaki Bane köyünde çekilir.

Kan Dökülecek’de toz toprak içinde bir petrolcü köyünde geçer. Ama bu kez yönetmen Paul Thomas Anderson Amerika’nın temelini oluşturan sömürgeci ruhun bir insan bedeninde nasıl acımasızlığa dönüşebileceğini, insani değerlerini nasıl kaybedebileceğini, sermaye-din iş birliğini epik bir öykü ile anlatır. Daniel Day-Lewis’e ikinci Oscar’ını kazandıran performansının bilhassa son yarım saatlik bölümü inanılmaz bir oyunculuk dersidir. Ken Loach üretken bir yönetmendir. Son on yılda toplam beş film yapan usta İngiliz bilhassa Afili Delikanlı ile dikkat çekti. İngiliz varoşlarından kopup gelen gerçekçi bu öyküde sinemasının tüm nüvelerini bulmak mümkün; umut, çaresizlik, sevgi, pes etmemek. Pedro Almadovar son on yılı sinemasına yeni bir bakış açısı, yeni bir renk kazandıramadığı için çok formda geçiren yönetmenler arasında sayılamaz. Fakat Onunla Konuş Almadovar’ın sinemasının tüm renklerini, ahengini taşıyan bir film oldu. Almadovar’ın çok farklı işler yapmasını da istiyor muyuz? 

Cadillac Records-Aşkın Şarkısı


Rock'n Roll tarihine kısa bir yolculuk
 


Yönetmen : Darnell Martin
Oyuncular: Adrain Brody, Jeffrey Wright, Columbus Short, Beyoncee Knowles, Mos Def


Ülkemizde bazı filmler ‘tutmaz, iş yapmaz‘ diye gösterime giremez. Bunların arasından zamanla kült mertebesine ulaşan çok film çıkar. Müzik üzerine olan filmler pahalı yapımlar dışında genelde bu kaderi paylaşır. Çok sonra çıkan DVD’si bu filmlerin gecikmesini telafi etmeye çalışır.
Bu kez 2008 tarihli, bence kült mertebesine çıkabilecek bir filmin DVD’si var önümüzde. ‘Cadillac Records-Aşkın Şarkısı’ (bu Türkçe çevirinin ne film içeriği ne de orijinal adıyla bir ilgisi var). 1947 yılında Chicago’da kurulan Chess Records‘un öyküsünü anlatıyor. Bu kayıt stüdyosunun özelliği tarihte ilk kez siyahi müzisyenlere şans tanıması ve onların plaklarını çıkarması.

Leonard Chess (Adrian Brody) sadece zengin olmak için başladığı bu işte bir çığır açacağından haberi yoktur. Daha önce siyahi müzisyenlerin sahneye çıktığı bir kulüp işleten Chess tüm parasını yatırarak işi plak stüdyosuna götürür. İlk kayıtlarını köyden gelip sokaklarda çalıp, söyleyen siyahi müzisyenler ile yapar. Sokaktan gelen Muddy Waters ve armonikacı Little Walter kaydettikleri plakların radyolarda çalınıp, liste başı olmaları ile ünlenir.

Artık blues tüm gençliği etkileyen bir müzik olmuştur. Siyah tenlilerin sokaklarda dahi zor yürüyebildikleri bir dönemde Chess Records sayesinde herkes onların müziğini dinleyip, dans etmeye başlar. Willie Dixon, Howlin’ Wolf, Chuck Berry, Etta James gibi ünlü isimlerin hepsi Chess Records tezgahında işe başlar. Chuck Berry’nin ilk rock’n roll şarkıları yeni bir tarih başlatır. Para ve şöhretin getirdiği rahatlık her zaman olduğu gibi sorunları da birlikte getirir. Alkol, seks düşkünlüğü, uyuşturucu alışkanlıkları müzisyenlerin hayatını oymaya başlar. Chuck Berry küçük yaştaki kızları tacizden, Etta James uyuşturucudan, Little Walter hepsinden sarsılır. Leonard’ın başarılı her müzisyene Cadillac hediye etmesi şirketin bir geleneği haline dönüşür.

Darnell Martin dizi deneyimli bir kadın yönetmen. Law and Order, ER, Gray’s Anatomy gibi yüksek raitingli dizilerden gelen deneyimini aynen yansıtıyor filme. Sade, dümdüz anlatımı olan bir filmde tek farklılık arada giren kısa arşiv görüntüler. Blues’dan başlayarak altmışlı yıllara dek uzanan rock’n roll tarihini kronolojik bir sıralama içinde anlatıyor. Ancak bir belgeselde görebileceğimiz bir bilgi doğruluğu içinde akıyor öykü. Anlatımın sadeliği oyuncuların yüksek performansı ile birleştiğinde seyirciyi baştan sona saran başarılı bir film ortaya çıkmış. Muddy Waters’ı canlandıran Jeffrey Wright, Little Walter’da Columbus Short, Chuck Berry’de Mos Def harikalar yaratıyor. Efsanevi blues ve soul şarkıcısı Etta James’i oynayan Beyonce Knowles ise sesi ve oyunculuğu mükemmel bağdaştırıyor. Finalde Etta James’in unutulmaz şarkısı ‘I’d rather Blind’daki yorumu muhteşem. Adrian Brody kanımca bu tür biyografik ve karanlık öykülere yakışan bir oyuncu. Aksiyonlardan uzak durmalı.

İlk rock’n roll parçasını dinleyen Muddy Waters’ın yorumu ilginç: ’biraz fazla country değil mi?’ Waters’dan en fazla etkilenen grupların başında gelen Rolling Stones’a da yer verilmesi güzel bir ayrıntı.

Müzikle ilgilenen herkesin ilgisini çekecek samimi bir film. Hele rockseverlerin mutlaka izlemesi gerekir. DVD’de ek olarak kesilmiş sahneler ve yönetmenin sesinden yorumlu anlatım ve fragman var.