yazarlar

EJDERHA DÖVMELİ KIZ - THE GIRL WITH DRAGON TATOU

   GERİLİM TÜRÜNE YENİ BİR SOLUK

Çok satan romanların sinema uyarlaması çoğunlukla hayal kırıklığı yaratır. Okuyucu filmin yarattığı dünyayı hayallerine bir müdahale olarak algılar ve beğenmez. Stieg Larsson’un yazdığı Milennium üçlemesinin ilki olan ‘Ejderha Dövmeli Kız’ ise uyarlama konusunda başarılı bir örnek.

YÖNETMEN: NIELS ARDEN OPLEV
OYUNCULAR: MIKAEL BLOMKVIST, NOOMI RAPACE

Polisiye ve gerilim türünün başarısını etkileyen, olay örgüsünün gizemi, karakterler ve atmosfer “Ejderha Dövmeli Kız”da fazlasıyla mevcut

PERSEUS TANRILARA İSYAN EDİYOR


CLASH OF THE TITANS


YÖNETMEN: LOUIS LETERRIER
OYUNCULAR: SAM WORTHINGTON, LIAM NEESON, RALPH FIENNES, GEMMA ARTERTON.


Yunan mitolojisi her zaman aksiyon filmlerinin ve konsol oyunlarının favori teması oldu. Öykü Zeus’un (Liam Neeson) Girit Kraliçesi Danae’yi kocası Kral Acrius şekline dönüşerek, onu elde edip hamile bırakmasıyla başlıyor. Acrius durumu fark edince hamile karısını bir tabuta koyar ve denize atar. Tabutu bulan bir balıkçı ve karısı doğan çocuğu kurtarır ve onu yanlarına alıp çocukları gibi büyütür. Perseus adını verdikleri çocuk büyüdükten sonra Argos kentine gider ve Zeus’un kentin gazabına uğradığını öğrenir. Zeus hamile karısını bir tabuta koyan Kral Acrius’u Calibos adı verilen bir yaratığa dönüştürerek cezalandırmış, halkı ise sefalet içinde yaşamaya mahkum etmiştir. Halk Tanrılara isyan etmiştir. Yer altı dünyasının Tanrısı Hedes (Ralph Fiennes) ise Prenses Andromeda’nın deniz altı yaratığı Kranken’e kurban edilmesini istemektedir. Aksi halde şehri yerle bir edecektir. Perseus liderleri Drako olan şehrin savaşçılarına katılarak Kraken’i öldürüp Andromeda’yı kurtarmaya gider. Hedes tüm ucube yaratıklarını savaşçıların üzerine gönderir.

Fransız Yönetmen Louis Leterrier aksiyon yeteneğini kanıtladığı ‘Taşıyıcı 2-Transporter 2’, ‘İnanılmaz Hulk-İncredible Hulk’ gibi filmlerden sonra kariyerinin en pahalı yapımında sadece bilgisayar efektlerine yaslanmamış, makyaj trüklerini, protezleri ve animatronikleri de önemli oranda devreye sokmuş. 1981 yılında yapılmış ilk Titanların Savaşı’nı çocuk yaşlarda seyredip hayran kalmış olan Leterrier, orijinal senaryodan bir çok değişiklik yapmış. Örneğin Perseus’u yarı Tanrı yarı insan bir kahraman olmaktan hoşnut olmayan ve sıradan bir insan olarak kalmayı tercih eden bir karaktere dönüştürmüş. Fransız yönetmen oyuncu kadrosunun büyük bölümünü Avrupalı oyunculardan kurmuş. Görkemli Hollywood yapımından çok, pahalı bir Avrupa filmi havası hakim. Sam Worthington kahraman rollerine artık iyice ısındı. Karakterlerine dürüst ve sağlam bir ruh vermeyi başarıyor.Yaratılan fantastik karakterler içinde en fazla ağaç kabuğundan zırh taşıyan çöl insanları ve CGI yardımıyla yaratılan Medusa dikkat çekiyor. 

Mitolojik öyküler tarihi bir kaynaktan geldikleri için midir bilinmez, seyirci için oldukça etkileyici oluyor. Meraklılarını çok tatmin etmese de vasatın üzerinde bir mitolojik aksiyon. DVD’de  ek olarak röportajlar ve fragman mevcut.             


ALICE IN WONDERLAND
ALICE  ARTIK GERÇEKLER DİYARINDA



YÖNETMEN:TİM BURTON
OYUNCULAR: MİA VASİKOWSKA, JOHNNY DEEP, HELENA BONHAM CARTER
Lewis Caroll’un yazdığı ‘Alis Harikalar Diyarında’ son yüz elli yıl içersinde popüler kültürün en fazla başvurduğu referans eserlerin başında gelir. Bir çocuk masalından yola çıkılarak gerçekliğin, aklın, halüsinasyonun, deliliğin sınırlarını zorlayan bir öte dünyanın anlatımı, sayısız eserin alt metnini oluşturur. Hatta uyuşturucu ile kendinden geçilen bir dünyanın , bilinçdışı betimlemesi olarak da yorumlandığı oldu. Tim Burton artık 19 yaşına gelmiş Alis’i yeniden Harikalar Diyarı’na sokuyor. Tek farkla bu kez Harikalar Diyarı yerini Yeraltı Dünyası ile değiştirmiş. Geçmişinde yaptığı seyahati hiç anımsamayan artık 19 yaşındaki Alis bir  kez daha tavşan deliğinden geçerek yer altında eski dostları ile buluşuyor. Senarist Linda Woolverton ‘yarı çocuk yarı kadın’ bir Alis yaratarak öyküyü yetişkinler dünyasına açıyor.
   
Dönem eski kafalı, şekilci insanların kol gezdiği Viktorya dönemidir. Çok sevdiği babasının ölümünden sonra annesi ile katıldığı bir bahçe partisinde kendini beğenmiş, itici görünümlü aristokrat Hamish kendisine evlilik teklif eder. Hayalleri ve gerçek dünya arasında bir köprü kurmayı başaramamış olan Alis o an gördüğü beyaz yelekli ve cep saatli beyaz bir tavşanın peşinden koşturarak onun girdiği delikten yuvarlanarak yer altı dünyasına gider. Küçük bir kızken girdiği bu dünyada artık hatırlamadığı eski dostları Tırtıl Absolem, Çılgın Şapkacı, ikizler Tweedledee ve Tweedledum, Cheshire Kedisi kendisini karşılar. Önce kendini tuhaf ve yabancı hissetse de zamanla alışır. Yer altı dünyasının zalim Kırmızı Kraliçesi Iracebeth halkını korkuyla yönetmektedir, en iyi bildiği yönetim şekli ise kafa uçurmaktır. Kız kardeşi ve düşmanı olan Beyaz kraliçe Mirana Alis’i koruması altına alır. Onun da ilk bakışta anlaşılamayan karanlık bir yönü vardır.

Tim Burton’ın karanlık atmosfer tutkunu bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Batman veya Charlie’nin Çikolata Fabrikası onun için fark etmiyor, o sevdiği gotik mekanları ve ucube karakterleri bir şekilde öyküsüne monte etmeyi başarıyor. Bu kez Alis’in orijinal öyküsünden biraz farklı davranarak karakterlere daha fazla bir içerik kazandırmış. Eserdeki bir çok karakteri elemiş, kelime oyunlu konuşmalara yer vermemiş. Öyküye önemli katkısı olmayan bir çok karakterin, resmi geçidi olacak bir sirk atmosferinden uzak duruyor. Bu durum eserin sadık hayranlarını oldukça kızdırdı. Onlar Burton’ın öykünün ruhunu boşalttığını, sadece bilgisayar görselliğinde bir film kotardığını iddia ediyorlar. Çok da haksız değiller. Bilgisayar efektleri Burton standartlarının üstünde. Her şeye rağmen karşımızda bir Burton filmi var sadece Johnny Deep’in Çılgın Şapkacı karakterine verdiği ruh için bile izlenmeye değer. Artık büyüyen Alis babasının işlerini üstlenerek gerçekler dünyasına da adım atmış oluyor. Modern zamanlarda rüyalar karın doyurmuyor. DVD de ekstra olarak yapım belgeselleri mevcut. 

 GOMORRA 

 

MAFYANIN ACIMASIZ DÜNYASI
 

 
Yönetmen: Matteo Garrone
Oyuncular: Toni Servillo, inafelice İmparato, Mario Nazionale.

Mafyanın gerçek yüzünü makyajsız , öykünecek bir kahraman olmadan sunuyor film Gomorra. Sert, belgesel kadar gerçek ve tedirgin edici. Beş yaşam öyküsünün aracılığı ile Napoli mafyasının acımasız dünyasına giriyor seyirci. Roberto Saviona’nın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Gomorra ‘da kişisel öykülerin hepsi gerçek yaşamlardan yola çıkıyor. Bu  işe bulaşan insanlarla yapılan konuşmalar, günlük olayların perde arkasının izlenmesi sonucu ortaya çıkan gerçekler, birer karaktere dönüştürülmüş.  DVD’ de ek olarak sunulan yazar Saviona ile yapılan söyleşi bir çok ayrıntının daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Her şeyin ne kadar iyi işleyen bir sistemin ürünü olduğunu, şaşkınlıkla izliyor insan.
İtalya’nın Napoli ve Caserta bölgelerinda faaliyet gösteren en üstteki kartel olan Camorra  buralarda uluslararası ağın devamı olarak tüm uyuşturucu trafiğini yönetir. İlk bölümde küçük çocukların   torbacı olarak nasıl batağa sürüklendikleri, uyuşturucunun sokak aralarında nasıl satıldığına tanık oluyoruz. Secondigliano karteli Napoli’de kokain pazarına hakim ve uluslar arası yaygınlıkta tekstil sektörüne yatırım yapıyor. Zehirli atıkları köylülerden kiraladıkları tarlalara gömen Franco, yetenekli bir terzi olmasına karşın patronunun iş birliği nedeniyle Mafya için çalışan  Pasquale, Scarface‘in Tony Montana’sına   öykünen iki genç yetme Ciro ve Marco, mafya para dağıtıcısı Don Ciro kişisel öykülerin kahramanları. Hepsi gerçek karakterler. İkinci bölümde ise  kartel  içinde ortaya çıkan ayrılığın nasıl şiddetli bir kan davasına dönüştüğüne tanıklık ediyor seyirci. Gençler paradan daha çok ‘ağır abi’ olmanın getirdiği karizmadan etkileniyor ve bu pis dünyaya giriyor. 2008 Cannes Jüri Büyük Ödülü yanında Avrupa festivallerinde toplam 16 ödül kazanan film Matteo Garrone’nin başarılı yönetimi sonucu gerçek/kurgu arasındaki ince hatta düşmeden ilerliyor. Vermek istediği gerçeklik duygusunu kusursuz yansıtıyor, oyuncu ve mekan seçimleri mükemmel. İnsanların sinek kadar değeri olmadığı bu acımasız dünyada olanları izlemek tüyler ürpertiyor. Filmin sistemin arka perdesini aralayarak ipler kimlerin elinde sorusuna yanıt verme gibi bir çabası yok yüzeydekiler, tetikçiler, torbacılar, iş adamı olarak geçinenler deşifre ediliyor. Alt ve üst arasındaki ilişki bıçak gibi kesilmiş, hiçbir ip ucu verilmiyor. DVD de ek olarak kamera arkası, yazar Saviona ile yapılan röportaj yer alıyor. Saviona yanı başında geçen olayların iç yüzünü aile ve şahıs isimleri vererek cesurca açıklıyor. Bu yüzden İtalya’da adeta bir kahraman olarak görülüyor.

SONBAHAR 

 

YÖNETMEN: ÖZCAN ALPER
OYUNCULAR: ONUR SAYLAK, SERKAN KESKİN, MEGİ KOBOLADZE.

Son yıllarda çevrilmiş olan en iyi Türk filmlerinden olan Sonbahar gişede aynı başarıyı yakalayamadı. Yalnızlığı, sessizliği Doğu Karadeniz’in doğasının gri ve yeşil tonlarıyla birleştiren pastoral bir film. Genç yönetmen Özcan Alper iyi bildiği bir doğayı öyküsüne adeta bir karakter gibi yerleştiriyor. Seksen darbesinin mağdurlarından Yusuf on yıllık hapishane yaşamından sonra aile evine döner. Doğu Karadeniz’in dağ köyündeki evde kendisini bir tek annesi beklemektedir. Hapishanede katıldığı ölüm orucu, bozuk olan sağlığını daha fazla zedelemiştir, akciğerleri iflasın eşiğindedir. Bu yüzden erken tahliye edilir. Koptuğu bir çevreye geri dönmek onun için bir mutluluk ifade etmez aksine içinde olduğu boşluğu daha büyütür. Zaten  geçmişin kabusları onu gece gündüz rahat bırakmamaktadır. Çocukluk arkadaşı Mikail ilişki kurabildiği tek kişidir. O ise bir türlü çıkamadığı köyde, başka bir hapislik yaşam sürmektedir. Onunla gittiği meyhanede konsomatrislik yaparak hayatını kazanmaya çalışan Gürcü kızı Eka ile tanışır. Onunla bir şeyler paylaşmak ister. Yaşamın boşluğunda dönen iki insanın birlikteliği umutsuzluğu yenebilecek midir ?
Genç oyuncu Onur Saylak olağan üstü bir yalnızlık portresi çiziyor. Abartısız ve minimal oyunculuğu etkileyici . Lazca konuşan anne ve Serkan Keskin Mikail rollerinde mükemmeller.
DVD ekinde Antalya Altın Portakal Festival’inde oyuncu ve yönetmen ile yapılan söyleşi yer alıyor. 

 KÖRLÜK – BLINDNESS   

 

KÖRLEŞEN İNSANLARIN DÜNYASI

YÖNETMEN: FERNANDO MEİRELLES
OYUNCULAR: JULİANNE MOORE, MARK RUFFALO, DANNY GLOVER, GAEL GARCİA BERNAL


Yaşayan en önemli yazarlardan 1998 Nobel Ödülü sahibi Portekizli Jose Saramago ‘ insanlar bakıyor fakat görmüyorlar, bence hep kördüler’ diyor. Onun en önemli romanlarından olan Körlük  insanların bilinmeyen bir epidemi sonrası körleşmesini anlatır. Körlüğe neden olan herhangi bir patolojik bulgu saptanmadan tüm dünya yavaş yavaş görmemeye başlar. Bir nevi insanlığın sonu gibidir her şey. Kaos, kargaşa, şiddet, açlık tüm dünyanın yeni hakimi olur. Sadece bir göz doktorunun eşi salgından etkilenmez, görmeye devam eder ve bir grup insanı lideri olur. İnsanlar eski bir tımarhanenin koğuşlarında karantinaya alınır. Karantinaya insanlar aktıkça zamanla bir hapishaneye dönüşür. Silahlı nöbetçiler emirlere uymayanları vurmaya başlar. İnsanlar göremez fakat ruhlarının adlandırılmamış parçaları yaşamlarını etkilemeyi sürdürür. Kötüler kötülüklerini sistemin bir parçasına dönüştürür. İçerde kurulan çeteler yiyecek trafiğini ele geçirerek insanlara her istediğini yaptırmaya başlar. Önce para ve mücevherat onlar tükenince kadınlar karşılığı yiyecek vermeye başlarlar.  İnsanoğlunun sınırda yaşam koşullarında ortaya çıkan vahşi kimliği kötülük ile örtüşmeye başlar. Önce piramidin tepesindeki değerler kaybedilmeye başlanır, sırasıyla tabana doğru hızlı bir düşüş başlar. Ahlak, dürüstlük, tolerans kaybolmaya başlar.
 ‘Tanrı Kent’ de sinema ve gerçek arasında kurduğu çarpıcı ilişki ile takdir toplayan Brezilya asıllı yönetmen Fernando Meirelles daha sonra ‘Arka Bahçe’ ile hafiften Hollywood dümen suyuna meyletti. Bu kez distopik, klostrofobik bir dünyayı görselleştirmiş. İnsanların siyah değil beyaz gördükleri körlükte, Meirelles insanoğlu için finalde ufak ta olsa bir umut vaat ediyor. Yine de ‘körleşerek yer yüzündeki pisliği görmemek daha mı iyi mi ?’  sorusunun yanıtını da açık bırakıyor. Karanlık  atmosfer ve yabancılaşma duygusunu başarı ile  yaratıyor. Körleşen insanların adları yok. ‘Birinci Kör Adam’, ‘Göz Doktoru’, ‘Göz Doktorunun Karısı’ şeklinde sıralanan karakterler öykünün yer bildirmeyen evrenselliğini destekliyor. Grup içinde çeşitli etnik kökenlerden insanların olması öyküyü daha çok Amerika merkezli bir coğrafyaya çekiyor. Julienne Moore ve Garcia Bernal başarılı oyunculukları ile öne çıkıyor.
DVD de kamera arkası ve çekim sürecini detaylı olarak gösteren ekstra mevcut. İlginç mesajı ile görülmesi gereken bir film.

Nuri Bilge Ceylan Sineması 

 

Nuri Bilge Ceylan  son on yıl içinde Türk Sinemasının adını uluslararası festivallerde kazandığı ödüllerle en fazla duyuran  sinema adamı oldu . Boğaziçi Üniversitesinde elekrik mühendisliği eğitimi sırasında fotoğrafçılığa merak sarması, onun sinema geleceğinin köklerini hazırlar. Buradaki eğitimini bitirdikten sonra askerliğini yapar ve Mimar Sinan Üniversitesi'nde sinema derslerine girmeye başlar. Ayrıca profesyonelce fotoğrafcılık ile de uğraşır. 1993'de ilk kısa filmi Koza'yı çevirmeye başlar. Koza 1995 yılında Cannes Film Festivali kısa film yarışma bölümüne kabul edilir.


Nuri Bilge Ceylan’ın kasabasını anlattığı ve Tarkovsky esintileri taşıyan Kasaba (1997) ile uluslararası festivallerde ilk önemli ödüllerini kazanır. İlk gösterim 1998 Berlin Film Festivali'nde gerçekleşir ve burada Caligari Ödülü kazanır. 1970 yıllarının tipik bir Anadolu kasabasını uzun sekanslar ile anlatan Ceylan burada sıkışmış küçük yaşamları olduğu gibi, törpülenmemiş bir doğallık içinde yansıtır. Üç jenerasyon aile bireylerinin kendi aralarındaki ilişkileri, çekişmeleri 11 yaşındaki kız çocuğunun gözünden anlatılır. Aynı zamanda görüntü yönetmeni de olan Ceylan, siyah beyaz kareleri ile insan ve doğayı şiirsel bir dille birleştirir. Dört mevsimin arka fonu oluşturduğu doğal platolarda kah kar içinde kayıp düşen çocuklar, kah göç eden karanlık bulutlar, kah rüzgarın okşadığı mısır tarlaları serilir gözlerimizin önüne. Kendi doğduğu kasabada çevirdiği filmde annesi ve babası da önemli roller paylaşır.


Mayıs Sıkıntısı (1999) NBC’ın 1999'da gösterime giren iç ve dış festivallerde ödüllere boğulan ikinci filmi olur. Çanakkale’nin Yenice kasabasına elinde kamera, kafasında film çekme isteği olan Muzaffer’in gelişi yerel halkı önce tedirgin eder. İlk filminde olduğu gibi yerel insanlar ile çalışan Ceylan, bir kez daha yaşamın normal akışını resmeder. Meşe ağaçlarını orman idaresine kaptırmak istemeyen baba, üniversite sınavından eli boş dönmüş akraba, hepimizin annesi gibi bir anne, cebinde kırk gün yumurtayı kırmadan taşıyarak istediği müzikli saate kavuşmanın hayalini kuran küçük yeğen  hepsi yanı başımızda yaşayan karakterlerdir. Sımsıcak, sevgi dolu ilişkiler mükemmel doğa görüntüleri ile içi içedir. Her şey doğal akışında, sıcak ve sürprizlere kapalıdır. Mayıs Sıkıntısı uluslararası festivallerde yirminin üzerinde ödül kazanır.


Uzak (2002) insan ruhunun kendisinden ne kadar uzaklara düşebileceğini görüntülerin ve sessizliğin gücüyle vurgulayan NBC‘ın sinema anlayışını mükemmel yansıtan bir film oldu. Gemilerde iş bulma ümidiyle doğduğu, büyüdüğü toprakları terk edip İstanbul’da yaşayan kuzeni Mahmud’un yanına gelen Yusuf, onun evine bir süreliğine yerleşir. Yusuf’un iş bulması geciktikçe evdeki mevcudiyeti Mahmud’u rahatsız etmeye, adeta batmaya başlar. Kendi dünyasının içine çekilmiş, büyük kentte düşleri gerçekleştirememiş olmanın ezikliğini yaşayan Mahmut yalnızlığı yaşamının bir parçası haline dönüştürmüştür. Profesyonel fotoğrafçı olarak olmak istediği noktanın uzağında ıvır zıvır çekimler ile yaşamını kazanmaktadır. Kadınlar ile ilişkisi de sorunludur, sevgilisi kendisini terk etmiş, porno filmler seyrederek veya tek gecelik ilişkiler ile cinsel açlığını tatmin etmektedir. Mahmut köyden yeni gelmiş İstanbul’un yolunu yordamını bilmeyen bu gencin atılganlığından kendine zıt düşen dinamizminden hoşlanmamaktadır. Kendisi ne köylü kalmış ne de kent soylu olabilmiştir, kah porno, kah Tarkovski seyreden entel köylü konumunda arada sıkışmış bir bireydir. İnsanoğlunun kendisinden, kökünden ne kadar uzağa düşüp anlamsız bir bireyselliğe bürünebileceğini çarpıcı görüntüler eşliğinde, müziksiz bir sinema diliyle hissettirmeyi başarıyor Ceylan. Her iki kuzenin farklı karakterleri mükemmel oyuncu yönetimiyle ortaya çıkıyor. Film 2003'te 56. Cannes film festivalinde en iyi film ödülünü kazanırken her iki kuzeni oynayan MEK ve en iyi oyuncu ödülünü paylaşır. İlginç olan her ikisi de profesyonel oyuncu değildir.


İklimler (2007) NBC kadın erkek ilişkisini ruhların değişen iklimlerine benzeştirir. Ona göre kadın erkek ilişkisinde mutluluk ulaşılması kolay olmayan sürekli aranacak bir şeydir. Bireysel duruşlar yalnızlığı çağrıştırır ve ilişkinin ruhunu öldürür. İsa ve Bahar arasındaki ilişki soğukluk ve iletişimsizlik labirentinde anlamsız bir varoluşa dönüşmüştür. İsa’nın Serap ile yaşadığı bir kaçamak Bahar ile arasındaki kopukluğu yaratmış veya arttırmıştır. İsa içe kapanık, sevgisini cümlelere dökmeye alışmamış, yaşama mesafeli duran bir öğretim üyesidir. Yaşamını hep bazı hedeflere kilitlemiştir. Kadın erkek ilişkisini bile böyle metalaştırmıştır. Yalnız, kendine dönük yaşamaktan sıkılmadığına kendisini şartlandırmıştır. Ama gerçek böyle değildir. Oyuncu olan Bahar ise içindeki iniş ve çıkışları her zaman kontrol edemeyen bir karaktere sahiptir. Ayrılırlar. Çoğu ayrılıkta olduğu gibi sorunlar çözülmez. İsa tekrar bir araya gelebilmek için çabalar. Sevgiyi ve mutluluğu tanımlamaktan, ona ulaşmaktan aciz iki çağdaş insan portreleridir. Bir araya gelseler bile sürdürebilmeleri mümkün değildir.. Bilhassa erkek dünyasının sığlığı, kadınlara yaklaşımdaki klişeleşmiş davranışlar Ceylan’ın gözlemleri olarak senaryoya yansımış. İsa’yı kendisi, Bahar’ı ise eşi son derece başarılı performanslar ile canlandırır. Ağrı’da çekilen kar sahneleri ise Ceylan sinematografisinin değişmez etkileyici görüntü geleneğinin yeni bir parçası olur. Film 2006'da 59. Cannes Film Festival’inde ve 2007'de 26. İstanbul Film Festival’inde En İyi Film Ödüllerini kazanır.
Üç Maymun (2008) Ceylan'ın İklimler sonrası kadın erkek ilişkisini odak noktası aldığı bir film olur. Paranın yönlendirdiği, kırık dökük , içtenlikten uzak ve umutsuz ilişkilerdir. Politikaya soyunmuş olan Saffet(Ercan Kesal) ölümlü bir trafik kazasına neden olur.  Seçimlerde aleyhinde kullanılmasından çekindiği için suçu para karşılığı yanında çalışan şöforü Eyüp'ün(Yavuz Bingöl) üstlenmesini ister. Bir yıl yatıp çıkacaktır ve ailesinin dar bütçesini biraz olsun rahatlatacaktır. Bir  yemek fabrikasında hizmetli olarak çalışan karısı Hacer(Hatice Aslan) durumu kabul eder. Eyüp hapisteyken Saffet  ve Hacer arasında kaçamak bir ilişki başlar. Üniversite sınavlarına hazırlanan oğul İsmail (Ahmet Rıfat Şungar) durumdan şüphelenir ve gerçeği öğrenir. Gider Saffet'i öldürür. Hapisten çıkan Eyüp bu kez oğlunun suçunu üstlenecek birisini aramaya başlar.
Ceylan yabancılaşmayı ve sonunda ailenin kopuşunu 'efendi' paranın sebep olduğu olaylar silsilesi içinde anlatırken görsel olarak da  farklı bir tad sunar.Tematik olarak önceki filmlerinde ortaya çıkan taşra sıkıntısı, uzaklaşma artık kopuşa dönüşmüştür. Görsel olarak uzak plan doğa çekimlerinden, ruhu okumaya çalışan yakın portre çekimlerine geçtiği film olarak da tanımlanabilir Üç Maymun. Modern yaşamı gittikçe hegamonyasına altına alan 'Görmedim, duymadım, bilmiyorum' maymunları ile insan ilişkilerinin geçirdiği evrimi bir varoş ailesinin fertleri üzerinden yansıtır NBC.      

Mahsun Kırmızıgül Sineması


Mahsun Kırmızıgül yazıp, yönetip, oynadığı üç film daha şimdiden beş milyonu aşan bir seyirci ile buluştu. Sinema yazarlarının da büyük bölümünden övgüler aldı. Türk sinemasında Yılmaz Güney sonrası doğan bir boşluğa doğu insanını odaklayan, sosyal içerikli, mesaj kaygısı taşıyan filmleri ile talip oldu.
Onun, Güney’in sinema anlayışından etkilendiği muhakkak. Sözünü esirgemeyen, mesajını direk veren, sosyal gerçekleri içeren senaryoları ile bir çok soruna güneydoğu insanının gözünden yaklaşıyor. Çoğunluğu gerçek olaylardan yola çıkıyor, kimsenin hayır bu doğru değil diyemeyeceği gerçeklerin altını kalın çiziyor. Yazarken nedenler üzerine odaklanmıyor, olayların karanlık yüzüne kamerasını çevirmiyor. Yaşananları kendi gerçeği içinde göstermekle  yetiniyor. Cesur yaklaşım gösterirken kimseyi de kırmak , direk suçlamak gibi sivri bir tavır takınmıyor.Beyaz Melek'te güneydoğu insanının aile büyüklerine olan vefasını, bağlılığını işlerken bu bölgedeki huzurevlerinin talep olmadığı için kapandığını finalde istatistiki bir rakam olarak veriyordu. İhtiyarlarını terk edenlerin batıda yaşayanlar olduğunu, yozlaşma ve vefasızlığın orada olduğunu vurguluyordu.
Güneşi Gördüm'de ise oğullarından birisi Türk ordusunda askerlik yaparken diğeri PKK saflarında olan iki ateş arasında kalmış Altun ailelerini ele alıyor. Sınırdaki köylerini terk etmeye mecbur edilen kalabalık Güneydoğu ailesinin bir kolu İstanbul’a diğer kolu ise kaçak yollardan Norveç’e göç eder. İstanbul’a gelen Haydar Altun ailesi tam bir parçalanma yaşar. Çocukları ellerinden alınarak çocuk esirgeme kurumuna verilir, ailenin eşcinsel eğilimli Kadri’si travesti olur çıkar, bebekleri ölür. Daha fazla kötülükten kaçmak için doğudaki köylerine geriye dönmek üzere yola çıkarlar. Norveç’de göçmen ayrıcalıklarından faydalanan Davut Altun ailesi ise sosyal devletin tüm nimetlerinden faydalandıkları bir yaşama geçer. Mesaj kaygısının ön plana çıkması bilinen gerçeklerin diyaloglar ile sık tekrarına yol açıyor. Buna karşın karakterlerin sağlam işlenmesi ve yaşanan acıların iç burkan duygusallığı filmin didaktik bir boşluğa düşmesini önlüyor. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Memleket İsterim, ne başta dert, ne gönülde hasret olsun, kardeş kavgasına nihayet olsun’ mısraları Mahsun’un da mesajını en güzel şekilde yansıtıyordu. Bir sanatçı inceliğinde verilen provakasyondan uzak bir mesaj olarak belleklere kazındı. Sosyal olayları ne kadar gerçek ele alırsa alsın hiçbir film bir çözüm sunmaz. Mahsun’un filmlerinde de çözüm yok. Hissedilen yaralı bir bilinç. Yılların birikimi olan yaralı bir farkındalık. Travmalar ancak üzerine gidilerek iyileştirilebilir . 

Her iki film de yoğun bir duygusallıktan besleniyor. Beyaz Melek duygu sömürüsü sınırlarını çoğu zaman zorlarken, Güneşi Gördüm bu konuda  daha dengeli,daha yalın. Güneşi Gördüm’ün tek sorunu birden fazla çarpıcı yaşam öyküsünü bir arada anlatması. Seyirci tümüne aynı yoğunlukta odaklanamıyor. Terör, göç, eşcinsellik, kontrolsüz doğum derken tümü mesaj taşıyan temalar bir arada zorlanıyor. Hepsinin dramatik akışı, acının arka arkaya sıralanması seyirciye hiç rahat bir nefes aldırmıyor. Olayların akışında bireylerin edilgenliği can acıtıyor. Gerçek bu kadar şartsız kuralsız kabul edilebilir mi? Finalde kardeşin kardeşi namus için vurduğu sahnede zayıf bir ‘hayır, bırak yaşasın’ dökülüyor Mahsun’un dudaklarından. O kadar titrek ve zayıf ki, doğal akışı değiştirmeye gücü yetmiyor.
Mahsun, tüm filmlerinde kalabalık ve deneyimli bir oyuncu kadrosu ile çalışıyor. Tanınmış çok oyuncunun bir arada olmasının iyi hikayeleri zedelediği, dikkat dağıtıp seyirciyi öyküden uzaklaştırabildiği değişmez bir kuraldır. Güneşi Gördüm’de deneyimli Altan Erkekli ve Demet Evgar yanında Cemal Toktay eşcinsel kardeşte ve onun sert abisinde Murat Ünalmış mükemmel oyunculuklar sergiliyor.


Beyaz Melek’te görüntü yönetmeni Eyüp Boz bilhassa Tuz Gölü kenarında çekilen görüntüleri ile düş ve gerçek arası bir duygu veriyordu. Bu kez görüntü yönetmeni Soykut Turhan helikopterlerin dağların arasından süzüldüğü ilk karelerden itibaren mükemmel etkileyici anlar yakalıyor. Finalde gün doğarken köprü üzerinde Kadri’nin soyunması sinema belleğine unutulmayacak bir kare olarak kazınıyor.
Yıllardır gecikmiş bir sözü yüksek perdeden söylüyor Mahsun. Yıllardır gazete köşelerini döşeyen kardeş kavgasını sivri uçları yontulmuş bir hikaye ile beyazperdeye yansıtıyor. Keşke karanlık tarafa biraz olsun ışık tutup, savaşın bitmesini kimler istemiyor sorusuna girseydi. Keşke Norveç’de silah fabrikasında iş verilen göçmen aile bölümü son anda hikayeden çıkarılmasaydı. Keşke politikacıların iki yüzlülüğü birkaç yan karakter ile öyküye dahil edilseydi. İnsanların acısının sadece coğrafi bir yoksunluk olmadığı anlaşılırdı belki. 
Çekim aşaması promosyon çalışması şeklinde geçen 'New York'ta Beş Minare' artık kendini seyirciye kabul ettirmiş bir yönetmenin yeni eseri edasına çok erken sokuldu. Buna gerek var mı ? sorusu çeşitli şekillerde yanıtlanabilir.Basında şişirilen Hollywoodvari film yaftası kabul edilebilir bir yaklaşım olamaz.Her ülke sineması kendi filmini üretir bu tür öykünmeler özentiliğin ötesine geçemez. Arabaların uçtuğu, parçalandığı aksiyon sahnelerini Amerika çıkışlı her sınıf filmde görebiliriz.  Seyircinin beklentisine paralel olarak yatırım büyüdü denilebilir veya Kırmızıgül çıtayı sürekli yükseltmek istiyor da denilebilir. Filmin, kötü eleştirilerden korumak için sinema yazarlarından köşe bucak kaçırılması veya ilk gösterime sadece iyi yazacakların davet edilmesi Mahsun gibi sosyal gerçekçilik üzerine filmleri hedefleyen bir yönetmene yakışmadı. Senaryosu üzerine çeşitli spekülasyonlar yapılan 'New York'ta Beş Minare' didaktik mesaj ve kendi içinde çelişki  tuzağına ilk iki filme oranla daha fazla düşmüş. Her şeyden önce Türk polisi Acar ve FBI ajanı arasında yapılan artık bir gündem oluşturmayacak basitliğe dönüşmüş'Amerika Irak'a petrol için gitti' mesajı böyle iddialı bir filmin diyaloğu olamaz.Daha yaratıcı, 'kör gözüne parmağın' olmayacak şekilde, formüle edecek onca çözüm arasında bu en kolayı.  İkinci hiç inandırıcı olmayan yönde İslami cemaaat liderinin yaşam şeklinde görülüyor. İslamiyeti bu kadar yaşam şekline dönüştürmüş bir cemaaat lideri Amerikalı eşinin Hıristiyan kalmasına izin vermez. Bu hoşgörü sınırlarını aşıp çevresine yaydığı inandırıcılık çemberini yaralar. Her cemaaat daha fazla taraftar kazanmak ister. Hele kızına yabancı isim verilmesine hiç razı olmaz. Hoşgörü ve cemaat ilişkileri sınırlarını bu kadar geniş tutmayı başaramaz. Kırmızıgül'ün karşı durduğuna inandığımız kan davası, aile onuru sorununa finalde bir kurban daha verilmesi hiç bir şeyi değiştiremeyen sadece duygusallığı körükleyen bir tavrın ötesine geçmiyor. Aynen Güneşi Gördüm finali gibi.Sosyal gerçekleri temel alan filmlerin duygusallığı mantıklı, sömürüye sapmadan kurgulaması hatta hiç bir abartıya sapmadan salt gerçeği göstererek acıyı hissettirmesi en ideali. Bu yaklaşıma en iyi örnekleri İtalyan Gerçekçiliğinde veya Fransız Yeni Dalga'da bulabiliriz.New York'ta Beş Minare bu pürüzlere rağmen iyi bir sinematografik anlatıma sahip. Flycam (havadan) çekimlerin biraz fazla olması dışında görüntü yönetimi çok etkileyici.Müzik Mahsun'un her filminde olduğu gibi tematik bütünlüğü tamamlıyor.  Çok fazla mesaj mı yoksa duygusallık mı  ikilemi çoğunlukla dengeyi bozmuyor mu

ROCCO VE KARDEŞLERİ (1960)


Luchino Visconti’nin 1960 da yönettiği ‘Rocco ve Kardeşleri’ İtalyan Yeni Gerçekçilik  akımının en iyi örneklerinden olup,  zaman aşımını atlamış filmlerden birisidir. Alain Delon, Anna Magnani, Annie Girardot, Renato Salvatori gibi dönemlerine silinmez imzalar atmış oyuncuları bir araya getiren filmi tanıtmadan önce biraz Visconti’den bahsetmek gerekir. Köklü ve soylu bir ailenin çocuğu olarak 1906 yılında dünyaya gelen Visconti aristokrat  sınıfın kaçınılmaz klasik eğitimini kendi arzusuyla ağırlıklı olarak sanat üzerine görür.  1936 da Paris’e gider Jean Renoir’ın tiyatrosu ‘Une Parie de Compagne’ da yönetmen yardımcılarından birisi olarak çalışmaya başlar.Aynı yıl Fransız Komünist Partisine kaydolur  ve dünya görüşünde büyük değişimler yaşar. İlk filmini 1942 de James M.Cain’in ünlü romanı ‘Postacı Kapıyı İki Kez Çalar’ ‘dan senaryolaştırdığı Ossesione ‘yi çeker .Film çok kısa süre gösterimde kalır ve müstehcen bulunarak imha edilir. İtalya’da savaş sonrası sıkıntıları yansıtan Yeni Gerçekçilik akımının en tipik örneklerinden olan ‘Yer Sarsılıyor-La Terra Trema’ ‘u 1947 de çeker. Yeni Gerçekçilik stüdyoların terk edilip kameranın sokağa çıktığı, yaşamı tüm çıplaklığıyla, savaş sonrasının fakirliğini, acılarını teknik olarak yapay ışık kullanmadan, oyuncuların doğaçlamayı tercih ettikleri bir tür olarak Visconti, De Sica, Rosselini gibi yönetmenlerin önderliğinde başlar. Gerçekte tür Mussolini ve faşist hükümete bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 1950 de İtalya ve idareyi kötü gösteren filmleri yasaklayan kanunlar bu türün karşısına dikilir. Her şeye rağmen bu türün etkileri altmışlı yılların sonlarına kadar sürer. ‘Rocco ve Kardeşleri’, ‘Roma:Açık Şehir’  ve ‘Bisiklet Hırsızları’  bu akımın en önde gelen baş yapıtlarıdır.
Rocco ve Kardeşleri tipik bir göç filmidir.  Sicilya’nın küçük bir köyünden ekmek parası uğruna sanayi kenti Milano’ya gelen bir anne ve beş oğlunun trajik öyküsünü anlatır.Oğullarına kol kanat geren fedakar annenin tüm çabalarına karşın aile büyük  kentin labirentinde dağılır, gider. Üç saatlik epik öyküde her bir karakter farklı bölümlerde öne çıkar. Başta tüm aileyi koruyan anne (Anna Magnani) daha sonra büyük kardeş Simone (Renato Salvatori) ve ortanca  Rocco (Alain Delon) finalde ise  Ciro son sözü söyler. Boksta yetenekli olmasına karşın serseri ruhuna esir düşen Simone ailenin en aklı başında ve iyi niyetli kardeşi Rocco ile bir kadın için birbirlerine düşman olur. İki kardeşi birbirine düşüren Nadine  (Annie Girardot) sokaklarda fahişelik bile yapan, hafif meşrep genç bir kadındır. Rocco bokstan kopan ve uçan kuşa borcu olan ağabeyinin yerine boksa başlar ve kısa sürede başarılı olur. Simone’un kendisine yaptığı tüm kötülüklere karşı ona maddi, manevi yardımcı olmayı sürdürür. Her geçen gün aile üzerindeki otoritesini ve koruyuculuğunu yitiren anne finalde çaresiz bir karaktere dönüşür. Diğer kardeşlerine oranla  kent kültürünü daha iyi yakalayan Ciro ise artık özlemini çektikleri köylerine dönemeyeceklerini,  köylerin de zamanla kent bilincine ulaşıp saflığını yitireceğini, yine de gelecekten umutsuz olmamak gerektiğini söyler.
Genç Alain Delon  Visconti ile ilk çalışmasında ve kariyerinin en önemli rollerinden biri olacak olan Rocco karakterinde çok etkileyici bir oyunculuk gösterir. Saflık derecesinde iyi niyetli bir karakter olan Rocco adeta Dostoyevski romanlarından çıkma bir karakterdir. Kötü kardeş Simone rolünde Renato Salvatore ve gencecik Annie Girardot  hafif meşrep Nadine’de unutulmaz performanslar sergiler.
Lucino Visconti komünist ideolojiye olan bağlılığını geç dönem filmlerinde yitirerek çürüyüşünü ve inançsızlığını yansıttığı sınıflara duyduğu özlemi, eskinin yıkılmayacak olacağını göstererek yaşatır. Toplumsal ve çözümcü kimliğini yitirerek öznel ve kişisel bir sinemaya yönelir. Usta yönetmen 1976 yılında 70 yaşında aramızdan ayrıldı.
Önemli Filmleri                                            
La Terra Trema-Yer Sarsılıyor 1948
Senso-Günahkar Gönüller (1953)
Rocco e i Soui Fratelli-Rocco ve Kardeşleri (1960)
Il Gattoparda-Leopar (1963)
Il Caduto Degli Dei-Lanetliler (1969)
Morte a Venezia-Venedik’te Ölüm (1970)
Gruppo di Famiglia ai un İnterno-Aile Toplantısı (1976)    
     
SCARFACE

YARALI YÜZ-(1983)
 
 

YÖNETMEN: BRIAN DE PALMA
OYUNCULAR: AL PACINO, MICHELLE PFEIFER, STEVEN  BAUER,MARY ELISABETH MASTRANTONIO.
‘Yaralı Yüz-Scarface’ 1983 yılında gösterime girdiğinde, gelecekte modern klasikler arasında gösterilecek bir film olabileceğini kimse tahmin edemezdi. İlk seyredişimde sinema salonundan çıkarken, yumruk yemiş gibi sersemlemiştim. Filmdeki şiddet sık rastlanır cinsten değildi, anlatımın alıştığımız stilize gangster filmleri ile benzeşen hiçbir yönü yoktu. O yıllarda esen ‘Baba-Godfather’ın destansı havasından, sempatik gelen mafya karakterlerinden sonra acımasız Tony Montana hiç hoşlanılacak bir tip değildi. Al Pacino’nun gerçek bir tragedya kahramanına dönüştürdüğü Montana zamanla sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden birisi oldu.Tek bir esprinin olmadığı iki saat boyu, onun ifadesiz bakışlarını, ani patlayışlarını seyretmek ürpertici bir etki bırakıyordu. Havana’nın arka mahallerinden göçmen olarak iltica ettiği bir ülkede, uyuşturucu kartelinin üst basamaklarına tırmanan, tırmandıkça sertleşen, görgüsüzleşen bu anti kahraman Pacino’nun dışa vurumcu performansı ile tartışılan bir kahraman oluyordu. Montana Pacino’nun kariyeri boyu gölgesinden kurtulamadığı bir figür oldu. Bir çok eleştirmen Pacino’nun performansını abartılı hatta karikatürize buldu. Bazıları bu kadar kötü bir performasın nasıl bir kült kahramana dönüştüğünü anlayamadı. Hele konuştuğu garip lehçe komik bulundu. Sinema tarihinin ‘fuck’ kelimesinin (226 kez) en fazla kullanıldığı film olarak da ünlenir Yaralı Yüz.  
Brian De Palma birbirinden farklı türlerde  filmler yapmayı seven bir yönetmen Hitchcockvari bir gerilimden, Mars’a yolculuk yapan bir maceraya atlar. 1932 tarihli filmin tekrar çevirimi olan Yaralı Yüz’ün orijinal mekanını Chicago’dan Miami’e taşır. Kahramanını sevimsizleştirmek için elinden geleni yapar. İstediği özenilecek bir gangster değildir o gerçek yaşamdaki gibi bir pisliği yansıtmak ister. Amacına da ulaşır. Banyoda elektrikli testere ile yapılan katliam kolay kolay dayanılacak sahneler değildir. O yıllarda  kokain çok yaygın olmadığı için filmlerde de sık görülmezdi. Palma ise masa üstü dolusu kokaini çektirir anti kahramanı Montana’ya. Sosyal bir drama olarak tasarladığı öykü  bir tragedyaya  dönüşür.Senaryonun Oliver Stone’un kaleminden çıktığını da unutmamak gerekir. Stone’un her türlü yeteneğini radikalce kullandığı yıllardır. 
Filmin en olgun performanslarından biri  o yıllar için daha tanınmamış bir oyuncu olan Michelle Pfeifer’den gelir. Montana’nın sevgilsi Elvira’yı oynarken adeta döktürür. Bir mafya sevgilisi ancak bu kadar soğuk, ifadesiz ve gerçek oynanır. Soğuk güzelliğini mesafeli oyunculuğu ile birleştirir. Montana’nın bir meta olarak gördüğü Elvira isyanını ara sıra patlamalar ile gösterir. Restoranın ortasında Montana ile yaptıkları şiddetli kavga onun isyanlarından birisidir. Montana’nın ortağı, kaderini paylaşan adam Manuel Ray’ı canlandıran Steven Bauer performansı ve fiziği ile son derece inandırıcı bir karakterdir. Kızkardeşi Gina’yı oynayan (Mary Elisabeth Mastrantonio) sıcak oyunculuğu ile tam bir latin dilberidir. Tony’nin kızkardeşine uyguladığı baskı tam ortaya çıkmayan bir ensest aşk yönündedir.  
Yaralı Yüz’ün geçen süre içinde nasıl bir kült filme dönüştüğü net olarak yanıtlamayan bir soru olarak kaldı. Seyircinin sinemada gittikçe artan şiddeti kanıksaması, filmin artan popülaritesinin en büyük gerekçelerinden birisi oldu. Şiddeti estetize ederek herkesin seyredebileceği şekle dönüştüren Kill Bill, Testere, Rezervuar Köpekleri, Old Boy, The Killer, Rambo karşısında Yaralı Yüz sıradan bir şiddet filmi kalır.

APOCALYPSE NOW 

KIYAMET (1979)

 

 Yönetmen: Francis Ford Coppola
Oyuncular : Martin Sheen, Marlon Brando, Dennis Hopper, Robert Duvall.


 Çevrimi çılgın bir süreçte geçen 'Kıyamet-Apocalypse Now' sinema tarihinin en önemli savaş filmlerinden olması yanında, kimi kareleri ile bir opera sahnesini anımsatır.Coppola'nın Joseph Conrad'ın 'Heart  of Darkness' adlı romanından uyarladığı  film, savaşı delilik sınırında yansıtır.Willard ( Martin Sheen) Vietnam'da yaşadıklarından sonra, normal yaşama dönme şansını yitirmiş bir adamdır. Ondan yeni görev olarak birliğiyle  Kamboçya’ya geçerek kontrolden çıkmış Albay Walter E.Kurtz’u (Marlon Brando) bulup, öldürmesi istenir. Willard ve ekibi yılanvari kıvrılan dar nehri takip ederek Kamboçya’ya ulaşmak için yola çıkar. Yolculuk esnasında her an olabilecek silahlı bir saldırı tehlikesi bilinçleri savaş travması ve uyuşturucu ile bulanık askerleri kontrol edilemez yaratıklara dönüştürür. Kamboçya’da Kurtz’un bölgesine ulaştıklarında kendilerini adeta distopik bir ülke karşılar. Dünyadan saklı bir toprak parçasında Kuntz ölüme tapan bir kabilenin kralı olmuştur. 

Her karesiyle sanki mükemmel bir film nasıl yapılır dersi veren Coppola, savaşın şiddetini perdeden dışarıya taşırır, seyirciye her saniye hissettirir, bir çok sekansı unutulmaz bir şekilde hafızalara yerleştirir. Wagner müziği eşliğinde yapılan helikopter saldırısı, önde köy yakılırken arka planda sörf yapan asker, kabilenin canlı bir ineği palalar ile dilimlere ayırarak kurban etmesi gibi… 

 2006'da filmin Redux versiyonu ilk versiyondan 49 dakika daha uzun olarak çıktı. İlk sinema versiyonunda olmayan Fransız plantajı sahnelerinin tümü Redux versiyonuna eklenmiş. Anti kahramanları, bulanık zihinlerin kol gezdiği, çekik gözlülerin insani zayıflığın köleleri olarak kullanıldığı, savaş sahnelerinin cehennemsi renklerine eşlik eden operamsı görkem, "Kıyamet"’i standart bir savaş filmi olmaktan çıkarıyor. Savaşı üzerine söyleyeceklerini dolaylı olarak kullanan travmatik bir psikolojik drama dönüştürüyor. Coppola gerçek üstü sınırlarına dayanan görüntüler ile yaşananları sanki dumanlı dimağların bir eğlencesi, ego tatmini olarak olarak gösterirken, gerçeğin ve kabusun sınırında dolaşıyor. Nehir kenarında askerlerin Playboy kızları ile yaşadığı "Aç, Aç" eğlencesi, helikopter ile taşınan inek, Wagner müziği eşliğindeki helikopter saldırısı, bombalar altında sörf gösterisi, Kuntz ve kabilesinin yaşadığı kesik kafalar ile süslenmiş koy, normal dimağın kolay kolay gerçekleştirmeyeceği  dumanlı bir gerçek olarak yansıyor . Ya cinnet ya da yüksek doz uyuşturucu etkisi olarak düşünüyor ayık bir bilinç. Bu yönden bakıldığında, "Kıyamet" zamanın aşındıramadığı, farklı yorumların her dem taze tutacağı bir başyapıta dönüşüyor. 


 LA DOLCE VITA

TATLI HAYAT (1960)



YÖNETMEN: FEDERICO FELLINI
OYUNCULAR: MARCELLO MASTORIANNI, ANITA EKBERG,ANOUK AIMEE,YVONNE FOURNEAUX 

 
Federico Fellini adı ile özdeşleşmiş "La Dolce Vita" çağrıştırdığı gibi tatlı, pembe bir yaşamı vurgulamaz. Marcello (Marcello Mastroianni) hayatını magazin muhabirliği yaparak kazanmaktadır. Gecesi, gündüzü sokaklarda, partilerde, gece klüplerinde haber peşinde koşmakla geçmektedir. Paparazzo adındaki fotoğrafçısı ise hep yanındadır. Adı sonraki yıllarda sosyete yaşamının değişmez parçası Paparazzi’lere ilham verir. Zenginlerin, aristokratların, entelektüellerin, sanatçıların eğlencelerinin, sofralarının ayrılmaz bir parçası olan Marcello içinde olduğu materyalist ve abartılı yaşamın getirdiği yozlaşmanın, yalnızlığının farkındadır. Yine de bu zevk aleminden kopamamaktadır. Her fırsatta aldattığı nişanlısı Emma ise anaç tavırları, klasik aile yaşantısına olan bağlılığı ile onun kaçtığı yaşam şeklinin bir sembolüdür. Ondan da sıkılmasına rağmen bir türlü ayrılamamaktadır Marcello. Yaşamının her şekliyle aralara sıkışmış bir insanı temsil eder. Fellini gerçek yaşamdan adeta cımbızla çekip çıkardığı karakterleri yaşamının yedi gününü anlattığı Marcello’nun karşısına çıkartır; kendisiyle bir kenar mahalle genelevinde sevişen, evlilikten sıkılmış Maddelena (Anouk Aimee), İsveç-Amerikan kırması Diva (Anita Ekberg), intihar ederken iki çocuğunu da öldüren zengin dost Steiner (Alain Cuny), kıskanç nişanlı Emma (Yvonne Fourneaux), evliliğini bitirmesini striptiz gösterisi ile kutlayan Nadya...

’Ben filmleri değil filmler beni çeker’ diyen Fellini altmışlı yılların değişen değer yargıları içinde müptezellik sınırındaki abartılı yaşamları yansıtırken farklı bir sinema dili kullanır. Doğal sakin, gerçekçi anlatımı ile kendi akışında özgün bir üslubu yarattığı film olur La Dolce Vita. Film muhafazakar İtalya'da bir olaya dönüşür, Fellini dışlanmak istenen bir adama dönüştürülür sürekli filmin negatiflerinin yakılmasından, pasaportunun alınmasından bahsedilir, basında her gün kendisini karalayan yazılar çıkar. Padoa'da bir kilise şöyle bir afiş asar : ''Günahkarlığı herkesçe bilinen Federico Fellini'nin kurtulması için dua edelim''. 
 Fellini büyük yankı uyandıran parti sahnelerini bu tür burjuva eğlencelerini hiç yaşamadan çekmiş. ''Oyuncularımı hiç mantıklı olmayan, müptezel tavırlar önererek oynattım'' der bir söyleşisinde. Filmi kendisini özgürleştirmek adına özellikle edepsiz anlatma duygusunu tatmin için çevirdiğini anlatır.      

Anita Ekberg ve Marcello Mastorianni’nin oynaştıkları Trevi Çeşmesi'ndeki kareler sinema tarihinin en ünlü görüntülerinden birisi olur.

LE SAMOURAI – SAMURAY 1967

SİNEMANIN EN KARİZMATİK TETİKÇİSİ


 

 YÖNETMEN :JEAN -PİERRE MELVİLLE
OYUNCULAR : ALAİN DELON, NATHALİE DELON, FRANÇOİS PERİER.

‘Samurayın yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık yoktur. Belki ormanda yaşayan kaplanın yalnızlığı eş değer olabilir’ (Bushido). Samurayın nasıl yaşaması gerektiğini öğreten Bushido kitabından alınan bu sözcükler jenerikte  belirir. ‘Le Samourai-Samuray’ jeneriğin aktığı ilk karelerden itibaren farklılığın işaretlerini verir. Kamera sabittir. İki büyük pencereden süzülen gri gökyüzünün ışığının aydınlattığı odada sağ kenarda büyük yatağın üzerine uzanmış giyinik bir adam sigarasının dumanını tavana doğru üflemektedir. Sessiz odada sadece dışarıdan gelen yağmurun sesi duyulmaktadır, tam ortada sehpanın üzerinde bir kuş kafesi durmaktadır. Adam yataktan kalkar, kafese doğru ilerler, kuşa bakar elindeki para destesini kafesin tellerine sürter. Şık giyimli yakışıklı bir adamdır. Karşı duvardaki şömineye doğru ilerler ve para destesini buraya saklar,  pardesüsünü giyer,  şapkasını başına özenle oturtur ve kapıdan çıkar. Bu kısa akış bile yalnız bir adamın dünyasına girmemiz için yeterlidir. Kaldığı oda, bu karizmatik ve şık adamla tezat teşkil edecek kadar loş ve izbedir. Kara Film türünün vazgeçilmezlerinden olan bu yalnız kahramanın, bir kiralık katil  olduğunu kısa bir süre sonra öğreniriz. Her şey Bushido kitabında yazıldığı gibidir, onun yalnızlığı başka yalnızlıklara benzemez.
Yönetmen Jean-Pierre Melville’in polisiye türüne getirdiği en büyük yenilik sessizliğin yarattığı boşluğu, varoluşçu, şiirsel bir atmosfer olarak ifade etmesidir. Samuray konuştuğunda kısa ve soğuk cümleler kurar fakat arkasından mutlaka kararlı bir eylem gelir. Bu soğuk sözcüklerin ve kararlı hareketlerin seyircide yarattığı hipnotik etki, sinema tarihinin en karizmatik kahramanlarından birisini yaratır: Jeff Costello. Hüzünlü ve soğuk bakışlarını çevreleyen sessizlik halesi tüm bedenini duygusuz bir varlığa dönüştürür. Bu soğuk duruş onun profesyonelliğinin ve acımasızlığının kanıtı gibidir. Tek duygusal kırılması sevgilisine yaptığı ziyaretlerde görülür. Filmde ilk on dakika hiçbir konuşma yoktur ve sadece çevrenin sesi duyulur.
İşlediği cinayetten sonra polis soruşturması ve takip sahneleri polisiye türünün alışılmış heyecanını ve koşuşturmasını taşımaz. Her şey durağan ve yaşam kadar gerçektir. Jeff  nasıl bir entrika içinde yer aldığını bilmez, kendisine öldürme emrini kim vermiştir, neden vermiştir başta hiç ilgilenmez. Sıkıştırıldığnda  peşindeki adamdan patronun kim olduğunu öğrenir. Önemli olan olayın nedeni değil, olayların içindeki adamın yalnız kurt duruşudur. Melville bu filme kadar sadece film yönetmiştir, Samuray sonrası ise ‘Melville Filmlerini’ yönetir. Kendisinden sonra bir çok sinema adamı yarattığı kahramandan etkilenmiştir bilhassa Uzak Doğu sineması bu soğuk ve karizmatik yaklaşımdan çok esinlenir. John Woo’nun yönettiği The Killer’da (1989) tetikçinin adı Jeff’dir(Yun Fat-Chow), Michael Mann’ın Collateral’deki kiralık katili Vincent (Tom Cruise)  Samuray’ın Los Angeles temsilcisi gibidir. Tarantino’nun siyah takım elbiseli 'Rezervuar Köpekleri' veya 'Ucuz Roman' kahramanları, Jeff ile yakın akrabalık ilişkisi içindedir. Alain Delon kendi kariyerinde de bu kahramanın etkisinden kurtulamaz ve benzer soğuklukta karakterleri çok sık canlandırır.     




2001: UZAY MACERASI (1968)



Yönetmen : Stanley Kubrick
Senaryo: Stanley Kubrick ve Arthur C.Clarke
Oyuncular: Keir Dullea, Garry Lockwood,William Sylvester, Daniel Richter.
Gökyüzüne fırlatılan bir kemiğin evrenin sonsuz boşluğunda uzay aracına geçiş yapması sinema tarihinin en unutulmaz sekanslarındandır. Devamında ise Mavi Tuna’nın eşsiz notaları eşliğinde bir uzay mekiğinin, bir uzay istasyonuna yaklaşmasını izler seyirci. Stanley Kubrick 2001 ile bilim kurgu türüne yeni bir soluk getirirken bir çok klişeyi de yerle bir ediyordu. 2001’e kadar türün diğer örnekleri bilimsel bazı gerçekler üzerinden hareket ederek etkileyici bir kurgu yaratma çabası içindeydi. 


Asimov, Clarke, Heinlein gibi yazarların kitaplarını temel alan bir çok film ya yörüngede dolaşan iletişim uyduları veya robot yasaları ya da yabancı gezegenleri istilaya giden insanlar üzerinden, bilimsel datalar ile güçlendirilmiş bilimkurgu yoluyla, inandırıcı olmaya çalışıyorlardı. Kubrick’in böyle bir çabası  yoktu, o , belgeselci dinginliğinde ilk insandan başlayarak zaman içinde sıçrama yaparak uzay boşluğuna geçer ve insanoğlunun yeni teknoloji içindeki rutin yaşamını sergiler. Rutin bir duruştur  çünkü   insanlar uzay mekiği içinde heyecansız bir şeklide çalışır, işlerini yapar ve bir büro ortamı gibi formalite konuşmalar yaparlar. Dünyadaki aile bireyleri ile yaptıkları konuşmalarda rutin yaşam üzerine yapılan sohbetleri geçmez. Tüm bunlar uzay boşluğu içindeki insanların yalnızlık duygusuna hizmet eden bir yapıyı oluşturur.
Filmin ilk bölümünde yeni ayağa kalkmış ilk insanın, gündoğumundan günbatımına olan tam bir gününü yaşıyoruz.  Çevredeki bitki ile besleniyor, yaşam alanlarını korumak adına dövüşüyorlar. Günün doğuşuyla birlikte uyanan maymun insanlar önlerinde dikilen, kocaman, dikdörtgen,  siyah bir nesne ile karşılaşırlar. İçlerinden birisinin çekinerek nesneye dokunması ilk evrimi oluşturur aynı anda bir diğeri yerden aldığı bir hayvan kemiğini diğer kemiklere vurarak ilk silahı keşfeder. Hayvanlar ile birlikte bitki yiyerek paylaştıkları yaşam alanında ilk cinayeti, ilk silahın yardımıyla işlerler. Öldürdükleri hayvanın etini yerler. Su kenarında yaşayan başka bir klanı basarlar, ilk silah ile kafalarına vururlar, topraklarını ele geçirirler. İnsan evrimi ilk alet ile başlamıştır. Biraz sonra havaya fırlatılan kemik uzay aracına dönüşerek insanoğlunun zaman içindeki en büyük sıçraması gerçekleşir.
Filmin üçüncü bölümünde ise HAL ile tanışıyoruz. Jüpiter görevi için yolda olan aracın ana bilgisayarı olan HAL, mürettebat ile samimi konuşmalar yapacak düzeyde gelişmiş bir  programdır. ‘Korkarım ki’, ‘Çok keyif aldım’ gibi duygusal cümleler ile araçtaki insanlardan daha duygusal bazlı konuşmalar yapabilmektedir. Toplam mürettebat sayısı beştir, bunlardan üçü derin uykudadır. Uyanık olanların başı olan  Dave  bilgisayarın bir hatasını öğrenince onu devre dışı bırakmayı düşünür. HAL insanlardan daha hızlı davranarak birini uzay boşluğuna bırakır uyuyanların da fişini çeker, Dave son anda kurtularak bilgisayarı devre dışı bırakmayı başarır. Finalde araç evren içi bir delikten geçerek zaman içinde yolculuk yapar. Kubrick aracı bir ışık bombardımanından geçirdikten sonra Dave dışarıda uzay boşluğunda astronot kıyafeti içinde yaşlanmış halini daha sonra masada yemek yiyen daha bir yaşlı halini görür. En sonunda yatakta ölmekte olan halini görür. Ölmekte olan Dave karşısındaki siyah dikdörtgen nesneye doğru parmağını uzatmasıyla bir cenine dönüşür. İnsan kurtçuk deliğinden geçerek zaman içi yolculuğunu tamamlamıştır.              
 Film durağan akışına karşın yaşam ve evren üzerine birçok imgeler ile yüklüdür. Seyirci başlangıçtaki sıkıntısını filmin içine girdikçe imgeleri çözmeye yöneltir. Evrim düşüncesini doğum ve ölüm arasındaki bir çizgi üzerinde uzaya yansıtır .  Uzayın derin sessizliğine yüklediği yavaş , yer çekiminden yoksun hareketler ve  Mavi Tuna’nın vals notaları filme estetik ve büyüleyici bir atmosfer ekler. Kubrick 2001 için görsel bir deneyim tanımlamasını yaparken en fazla müzik ve resimden esinlendiğinin altını çiziyordu. Sinemanın yakın akrabaları olan edebiyat ve tiyatroyu uzağa iter büyük usta. 2001 popüler sinemayı en fazla etkileyen filmlerin başında gelir. Bilimkurgu türünü felsefe ile birleştirirken,  uzay aracı tasarımları ile zamanının çok önündedir. Filmin çekildiği dönemlerde uzay mekiği veya uzay istasyonu gibi araçlar henüz ortada yoktu. Bir çok ankette bu filmin neden en başarılı bilim kurgu seçildiğini seyrettikten sonra anlamamak mümkün değil

COEN KARDEŞLER

 

DAHİ, KAÇIK, KARANLIK BİRADERLER



 "İhtiyarlara Yer Yok" ile Coen Kardeşler'in en iyi yönetmen ve film Oscar'ını kazanmaları sürpriz olmuştu. Bağımsız sinema ruhundan ödün vermemiş, orta akım sinemanın güvenli sularından uzakta duran, Coen'lerin geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, böyle bir ödülü kazanmaları sıradışı bir olaydı.           

İlk filmleri olan "Kansız-Blood Simple" dan sonra çevirdikleri her yeni filmle gittikçe artan, özgün bir seyirci kitlesi takipçileri oldu.

 Coen'lerin  filmlerini tema, karakterler ve sinema dili olarak farklı konu başlıkları altında değerlendirebiliriz. Filmlerine hakim, kara mizah duygusu çoğunlukla kanlı cinayetlere uzanırken, bunlar dramatik bir son değil, öykülerinin akışı içindeki, olaylar olarak şekillenir.Tüm öykülerinde yer alan saplantılı, beceriksiz, darbeli karakterler seyirciyi inanılmaz eğlendirir. İşlenen kanlı cinayetler tüm harala, gürele içinde seyircide bir an olsun gerginlik duygusu yaratmaz. Coenler dalgalarını geçerlerken filmin yap-boz kurgusunda asla dağınıklığa yol açmazlar. Karanlık polisiye öyküleri çok sevmeleri yanında bildik klasik öyküleri de kendi mizahi dünyalarına sokup, gerekli rötuşlardan sonra seyirciye sunarlar.

Kendilerini tanıdığımız ilk filmleri "Kansız – Blood Simple" oldu. 1984 yapımı bu filmde her şey son derece bildik sularda başlar. Kadının kocasının yardımcısıyla ilişkisi vardır ve kocasını ortadan kaldırmayı planlamaktadır. Yabancı birisinin kocayı öldürmesi sonrası işler bir anda beklenmedik şekilde gelişmeye başlar. Her şey gergin bir şekilde ilerlerken filmin her sekansında için için sinmiş keskin ironi hissedilir. Tarantino’nun çok sevdiği işlerden olan bu tarz ironiyi, biraderler geleneksel Film Noir kalıpları işlerken sürprizler ile de seyirciyi de şaşırtır. Bu aralarda Tarantino henüz video dükkanında tam mesai çalışıyordu.
Üç yıl sonra gösterime giren ikinci filmleri "Arizona Bebek Büyüyor-Raising Arizona" yüksek tempoda çılgın bir komedi olur. Çılgın karakterler ile dolu olan filmde Nicholas Cage hırsızlıktan sürekli hapise giren çıkan H.I. Mc Dunnough karakterini oynar. Düşünün hırsız kendisini her seferinde yakalayan polis memuresi Edwina (Holly Hunter) ile evlenir. Absürd komedinin ufkunu açan karakter ve olaylar dolu olan filmde John Goodman‘ın canlandırdığı kafadan çatlak hapishane kaçkını Gale Snoats en renkli karakterlerden birisi olur.

Dashiel Hammett’in Kızıl Hasat (Red Harvest) romanından esinlenen üçüncü filmleri "Miller Kavşağı-Miler’s Crossing" seyircinin en az tanıdığı eleştirmenlerin ise en beğendiği filmlerinden olur. İlk iki filmlerinin görüntü yönetmeni (şimdinin yönetmeni) Barry Sonnenfeld’in seçtiği kahverengi tonların boyadığı karanlık bir gangster öyküsüdür. İçki yasağı yıllarında şehrin doğu yakasını idare eden İrlandalı patron Leo’nun (Albert Finney) en büyük yardımcısı polis teğmeni Tony’dir (Gabriel Byrne). Hakimiyetleri İtalyan asıllı patron Johnny Casper (Jon Polito) ve acımasız yardımcısı Eddie Dane tarafından tehdit edilmeye başlayınca Leo ve Tom yeni önlemler almak zorunda kalır. Fakat araya giren bir kadın meselesi baba-oğul kadar yakın ikilinin arasını açar. Albert Finney’in mükemmel oyunculuğu yanında şiddet ve kara mizah yüklü sahneler filmin en fazla akılda kalan yönleri olur.

Üçüncü filmleri "Barton Fink" (1991) ile kardeşler Cannes film Festivalinde Altın Palmiye ve en iyi yönetmen ödülünü kazanıyordu. Artık Avrupa da Coen kardeşleri tanımış ve filmlerini sevmiştir. Filmin baş karakteri Barton Fink ile yaratıcılığı tıkanmış bir yazarın yaşamının nasıl cehenneme dönüştüğünü anlatırken yine Coen öykülerinin tuhaf karakterleri unutulmaz portreler çiziyordu.
Yıl 1941, Barton Fink (John Turtarro) New York tiyatro dünyasında başarıya ulaşmış entelektüel yazar olarak aldığı teklifler sonrası Hollywood’a gelir ve Capital Picture için bir güreş filminin senaryosunu yazmak üzere anlaşır. Yerleştiği Earle Otelinin bir odasında daktilonun başında yazamadığı senaryo, hayalleri ve kabusları ile boğuşurken oda komşusu satıcı Charlie Meadows (John Goodman) ile tanışır. Charlie senaryonun ilerlemesi için Fink’e yardımcı olmaya çalışır.
Yazdığı birkaç satırın ötesine geçemeyen Barton Fink’in yaşadığı cehennemi azap finaldeki otel yangını ile gerçek bir cehenneme dönüşür. Cinayetsiz bir Coen kardeşler filmi olamayacağına göre bu kez de faili meçhul cinayetler, kopuk kafalar öyküyü tamamlar. Hollywood sisteminin yazarlara uyguladığı baskı, işler yolunda gitmezse onları nasıl harcadığını, özgün mizahi anlayışları ile  hicveden Coenler, ilk iki filmlerinin çok üzerine çıkar. Artık birinci sınıf yönetmen kategorisine ulaşmış bir sonraki filmleri merakla beklenir olmuştur.

Dördüncü filmleri "Bir Şirket Komedisi-The Hundsucker Proxy"(1994) kendileri üzerine yüklenmiş olan beklentileri karşılamaz. O güne kadar yaptıkları en pahalı (40 milyon dolar) yapım sadece 3 milyon dolar gişe yapar. Capravari bir komedi için yola çıkan kardeşler ne yazık ki gereken ruhu yakalayamaz. Absürd daha çok Monty Phyton ekolüne yakın bir film çıkar ortaya. Ruhu anlaşılmaz ve beğenilmez.

Fargo" (1996) sinema tarihinin kilometre taşlarından birisi olur. Karlı, kış atmosferinin sarmaladığı Orta Batı insanları, geriye döndürülemeyen hatalar, kontrolsüz katil tipler, hamile bir cinayet detektifi öykünün kalbini oluşturur. Kayınpederinden karısını kaçırtarak fidye isteyen şaşkın damadın dramı, kara mizahın ağır bastığı fakat Coenlerin uslubu için gerçeğe oldukça yakın duran sanki gerçek bir olaydan alıntıymış gibi yansır beyaz perdeye. Steve Buscemi ve Peter Stomare canlandırdıkları kontrolsüz iki kiralık katilde, Frances Mc Dermot kendisine yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı getiren, hamile kadın polis Marge Gunderson rolünde unutulmaz performanslar sunar. Fargo zamanla kar ve polisiye denilince ilk sırada akla gelen film olur.

 "Büyük Lebowski-Big Lebowski" (1998) Aylaklık, vurdumduymazlık üstüne çevrilmiş en keyifli film olduğu tartışılmaz. Chandler vari bir polisiye öykü günlerini bowling oynayarak veya White Russian kokteyli içerek geçiren karakterler üzerine yaslanırsa ne olur? Ahbap "The Dude" olarak tanınan Lebowski (Jeff Bridges), Vietnam’da kafayı sıyırmış Walter Sobchak (John Goodman) ve saftirik Donny (Steve Buscemi) günlerini bowling ve geyik muhabbeti ile geçiren üç arkadaştır. Ahbap’ın evine iki tip tarafından yapılan davetsiz bir ziyaretin nedeni,  Lebowski isminin karıştırılmasındandır. Tiplerin evi terk etmeden ‘Ahbap’ın çok değer verdiği İran halısı üzerine işemeleri kahramanımızı kızdırır. Adaşını bularak halısına olan zararın ödenmesini talep eder. Fakat hiç ummadığı bir entrikanın içine çekilir. Polisiye gibi başlayan hikaye bir yerden sonra karakterlerin renkliliği karşısında önemini kaybeder. Seyirci bu üç ahbap çavuşun yapacakları ilginç işleri ve sakarlıkları izleyerek eğlenir.

 "Nerdesin Be Birader?- O Brother Where Art Thou ?" (2000) ile Coen Biraderler komediye ve diğer taraftan Blue Grass, Delta Blues, Amerikan Folk şarkıları kökenine geri döner. Günlerini taş kırarak değerlendiren üç hapishane kuşu Ulysees Everett Mc Gill (George Clooney), Pete Hogwallop (John Turtarro), Delmar O’Donnel (Tim Blake Nelson) gömülü bir hazineyi bulmak için prangalarıyla birlikte kaçar. Grubun en uyanık üyesi Ulysees’in önderliğinde Soggy Bottom Boys adlı bir müzik grubu kurarak firarı kolaylaştırmaya çalışan üç kafadarı yol boyunca kendilerini yakalamaya çalışan kanun adamı Cooley, tekrar seçilmek isteyen yerel politikacı Peppy O’Deniel (Charles Durning) , gangster bebek yüzlü Nelson gibi coenvari karakterler karşılar. Saçını sık sık tarayan süslü Clooney, T-Bone Burnett’in müzikleri ve öykünün Homeros’un Odessa’sından Missisipi Deltasına uyarlama olması filmin en anımsanacak özellikleri olarak kalır. Film Coen kardeşlerin  az bilinen eski Amerikan müziği kayıtlarını seyirci ile paylaşma yolu olur.

 "Orada Olmayan Adam-The Man Who Wasn’t There" (2001) Billy Bob Thornton’un canlandırdığı hiç konuşmadan, hiç öksürmeden Camel sigaralarını arka arkaya tüttüren berber Ed Crane karakteri filmin unutulmaması için yeterli neden. James McCain’in romanından (Postacı Kapıyı İki Kez Çalar, Çifte Tazminat romanlarının yazarı) uyarlanan öyküde Crane adeta dünyaya düşmüş bir uzaylıdır (bunu ima eden uzay gemisi, uçan daire motifleri öyküde mevcut). Yaşamı buzlu bir cam arkasından seyrediyor gibidir, çevresinde olan hiçbir olay onu heyecanlandırmaz; umutsuzluluğu ve boşluğu yüzünden okunur. Yaşamında yapmak istediği kökten değişiklikler, her seferinde beceriksizlikler duvarına çarpar. Hayatının idaresini bir türlü eline alamayan bir adamın kaderine varoluşçu bir bakış atar. Kardeşlerin siyah beyaz çektikleri bu çarpıcı film 1991 Cannes Film Festivalinde, en iyi yönetmen ödülünü kazanır. Değişmez görüntü yönetmenleri Roger Deakins’in muhteşem görüntüleri ona Oscar adaylığı ve Bafta ödülü getirir.

 "Dayanılmaz-Zulüm-Intolerable Cruelty" (2003), "Kadın Avcıları –Lady Killers" (2004) biraderlerin irtifa kaybettikleri iki film olarak anımsanmanın ötesine geçemedi. Clooney ve Zeta-Jones ikilisinin' Dayanılmaz Zulüm'de tutturdukları popüler kimya dışında Screwball komedi ile ana akım romantik komedi arasına sıkışmış bir film olarak kaldı. 1955 yılında Ealing klasiğinin tekrarı olan ' Kadın Avcıları' ise tam coenvari karakterlerle örülü bir filmdir. Sorun zaten klasik kara komedi olan bir filmi, tekrar ufak rötuşlar ile güncelleyip vitrine koymak biraderler’e  yakışmaz. Bu iki film onların orta akım sinemaya heves etmeleri olarak değerlendirildi.

Nihayet, 2008 Oscar ödülünü kazandıkları "İhtiyarlara Yer Yok-No Country For Old Man" sinematografilerinin en rafine filmlerinden birisi olarak yerini aldı bile. Cormac McCarthy romanından uyarladıkları öykü dram ve simsiyah bir mizah arasında yer alır. Cehennemi, acımasız bir dünya ile şiddetin mizahla karıştığı bir neo-western filmi olarak tanımlanabilir. Filmin seyirciyi ters köşeye yatıran finali ise alt metini keşfedebilmek için insanı düşünmeye zorluyor. Elinde basınçlı cıvata tabancasıyla insanları alnından mıhlayan Anton Chigurh (Javier Bardem), suç işlemeye çalışan standart vatandaş Lleweyn Moss (Josh Brolin), yaşamın yozlaşmasını taşıyamayan Şerif Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones) filmin omurgasını oluşturan karakterler. Paylaşılmayan bir uyuşturucu parasının peşinde kopan onca gürültü, akan kan tek bir sonuca varır acımasız bir dünyada kontrolsüz bir şiddetin ortasında çaresiziz.

"Burn After Reading-Aramızda Casus Var"(2009) ise Brad Pitt, George Clooney,John Malkovich,Frances McDormand gibi sevdikleri oyuncuları bir araya getirdikleri komedide çok önemli ve farklı  işler yoktur. Kendilerini rahatlatan bir ara film olarak değerlendirmek en doğru yaklaşım olur.  

Uzun aralar vermeyi sevmeyen Biraderler 2010'da "İz Peşinde-True Grit" ile klasik kalıplarda bir westerni kendi kalıplarına sokarak bu türe bir selam gönderirler. Mattie Rose adında küçük bir kızın bir yasa koruyucu Rooster Cogburn (Jeff Bridges) ve LaBoeuf (Matt Damon) adlı bir atlı polis yardımıyla kızılderili topraklarında babasının katillerini aramasını anlatan öykü daha önce John Wayne' e Oscar kazandıran filmin tekrarı. Her zamanki sivri usluplarını bu kez western öyküsünde deneyen Kardeşler, karanlık ve sert bir atmosfer yaratır. Başrolde oynayan  küçük kız Hailee Steinfeld ve Jeff Bridges parlak performansları ile Oscar adaylıkları aldılar. Film toplamda on dalda Oscar'a aday gösterildi.