yazarlar


YARALI YÜZ-SCARFACE (1983)


YÖNETMEN: BRIAN DE PALMA
OYUNCULAR: AL PACINO, MICHELLE PFEIFER STEVEN  BAUER,MARY ELISABETH MASTRANTONIO.
‘Yaralı Yüz-Scarface’ 1983 yılında gösterime girdiğinde, gelecekte modern klasikler arasında gösterilecek bir film olabileceğini kimse tahmin edemezdi. İlk seyredişimde sinema salonundan çıkarken, yumruk yemiş gibi sersemlemiştim. Filmdeki şiddet sık rastlanır cinsten değildi, anlatımın alıştığımız stilize gangster filmleri ile benzeşen hiçbir yönü yoktu. O yıllarda esen ‘Baba-Godfather’ın destansı havasından, sempatik gelen mafya karakterlerinden sonra acımasız Tony Montana hiç hoşlanılacak bir tip değildi. Al Pacino’nun gerçek bir tragedya kahramanına dönüştürdüğü Montana zamanla sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden birisi oldu.Tek bir esprinin olmadığı iki saat boyu, onun ifadesiz bakışlarını, ani patlayışlarını seyretmek ürpertici bir etki bırakıyordu. Havana’nın arka mahallerinden göçmen olarak iltica ettiği bir ülkede, uyuşturucu kartelinin üst basamaklarına tırmanan, tırmandıkça sertleşen, görgüsüzleşen bu anti kahraman Pacino’nun dışa vurumcu performansı ile tartışılan bir kahraman oluyordu. Montana Pacino’nun kariyeri boyu gölgesinden kurtulamadığı bir figür oldu. Bir çok eleştirmen Pacino’nun performansını abartılı hatta karikatürize buldu. Bazıları bu kadar kötü bir performasın nasıl bir kült kahramana dönüştüğünü anlayamadı. Hele konuştuğu garip lehçe komik bulundu. Sinema tarihinin ‘fuck’ kelimesinin (226 kez) en fazla kullanıldığı film olarak da ünlenir Yaralı Yüz.  
Brian De Palma birbirinden farklı türlerde  filmler yapmayı seven bir yönetmen Hitchcockvari bir gerilimden, Mars’a yolculuk yapan bir maceraya atlar. 1932 tarihli filmin tekrar çevirimi olan Yaralı Yüz’ün orijinal mekanını Chicago’dan Miami’e taşır. Kahramanını sevimsizleştirmek için elinden geleni yapar. İstediği özenilecek bir gangster değildir o gerçek yaşamdaki gibi bir pisliği yansıtmak ister. Amacına da ulaşır. Banyoda elektrikli testere ile yapılan katliam kolay kolay dayanılacak sahneler değildir. O yıllarda  kokain çok yaygın olmadığı için filmlerde de sık görülmezdi. Palma ise masa üstü dolusu kokaini çektirir anti kahramanı Montana’ya. Sosyal bir drama olarak tasarladığı öykü  bir tragedyaya  dönüşür.Senaryonun Oliver Stone’un kaleminden çıktığını da unutmamak gerekir. Stone’un her türlü yeteneğini radikalce kullandığı yıllardır. 
Filmin en olgun performanslarından biri  o yıllar için daha tanınmamış bir oyuncu olan Michelle Pfeifer’den gelir. Montana’nın sevgilsi Elvira’yı oynarken adeta döktürür. Bir mafya sevgilisi ancak bu kadar soğuk, ifadesiz ve gerçek oynanır. Soğuk güzelliğini mesafeli oyunculuğu ile birleştirir. Montana’nın bir meta olarak gördüğü Elvira isyanını ara sıra patlamalar ile gösterir. Restoranın ortasında Montana ile yaptıkları şiddetli kavga onun isyanlarından birisidir. Montana’nın ortağı, kaderini paylaşan adam Manuel Ray’ı canlandıran Steven Bauer performansı ve fiziği ile son derece inandırıcı bir karakterdir. Kızkardeşi Gina’yı oynayan (Mary Elisabeth Mastrantonio) sıcak oyunculuğu ile tam bir latin dilberidir. Tony’nin kızkardeşine uyguladığı baskı tam ortaya çıkmayan bir ensest aşk yönündedir.  
Yaralı Yüz’ün geçen süre içinde nasıl bir kült filme dönüştüğü net olarak yanıtlamayan bir soru olarak kaldı. Seyircinin sinemada gittikçe artan şiddeti kanıksaması, filmin artan popülaritesinin en büyük gerekçelerinden birisi oldu. Şiddeti estetize ederek herkesin seyredebileceği şekle dönüştüren Kill Bill, Testere, Rezervuar Köpekleri, Old Boy, The Killer, Rambo karşısında Yaralı Yüz sıradan bir şiddet filmi kalır.  

CLINT EASTWOOD   

Western Kahramanlığından Yönetmenliğe


Clint Eastwood’un ikon mertebesine yükselmiş ender aktörlerden birisi olduğu tartışılmaz. Canlandırdığı karakterlerde ruh ve fizik bütünlüğünü tamamlayan, bir filmi çoğu kez tek başına taşıyan bir oyuncu oldu. Yıllar geçtikçe oyuncu olarak ulaştığı unutulmazlık mertebesine yönetmenliğini de taşıyan bir sinema efsanesine dönüştü...
Akademi onu oyuncu olarak takdir etmedi fakat yönetmen olarak ona iki kez Oscar heykelciğini verdi. 1992’de ‘Unforgiven-Affedilmeyen’ ve 2002’‘de ise ‘Million Dollar Baby-Milyonluk Bebek’ kendisine en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini kazandırdı. Rolü olsun olmasın çekimlerin her anını sete geçiren bir aktör olmasının anlamı yıllar sonra ortaya çıkar. Aslında oyuncu olarak başarıdan başarıya koştuğu yıllarda bile gönlünde yatan aslan hep yönetmenlik olmuştu. Meslektaşı Meryl Streep onun başarısının sırrını şöyle yorumluyor: ‘Onun hep gizemli bir yanı oldu ve ciddiyetini korudu’. Onun bu gizemli ve işinde ciddiyetini hep koruması belki çocukluğuna denk gelen depresyon yıllarının bir eseri. Yokluk, çaresizlik, iş peşinde o şehir bu şehir dolaşan ebeveynler, bir yerde uzun süreli dost edinecek kadar kalamamanın sıkıntısı… Bu yılların sıkıntısını kendi yönettiği ‘Honkytonk Man’de (1992) beyaz perdeye yansıtır. Otuzlu yılların atmosferinde alkolik Country şarkıcısı Red Stovall’ın derbeder yaşantısını anlatan filmde, kendi öz oğlu Kyle şarkıcının yeğenini oynar. Kyle, yokluk yıllarında Eastwood’un kendi çocukluğunda benzer sıkıntılar içindedir. Tennesse’ye giden yolda her geçen gün sağlığı daha fazla bozulan Red’e eşlik etmektedir. Filmografisinde çok özel bir yere oturtulmayan bu film Eastwood için muhakkak başka anlamlar taşımaktadır.


Ellili yılların ortalarından itibaren başladığı aktörlükte ilk yılları büyük kariyer için çok umut verici geçmez. B sınıfı filmlerde arka rollerde oynar. 'Tarantula' (1955) gibi sıradan bilimkurguda jet filosunun bir pilotunu ve 'Francis In The Navy' (1955) gibi ses getirmeyen savaş filminde sıradan bir çavuşu canlandırır. Oynadığı roller ne kadar geri planda olursa olsun yakışıklılığı ve karakteristik yüz hatlarıyla dikkat çeker. Universal stüdyolarının açtığı aktörlük kurslarına iki yıl süresince devam eder. Daha o zamanlar tanınmamış bir aktör olan Marlon Brando kurs arkadaşı olur. TV için çekilen ‘Rawhide’ adlı bir western dizisinde yedi yıl boyunca rol alır. Farklı oyuncular ile sürekli oynama, aktörlüğün inceliklerini öğrenmesinde çok yardımcı olur. Hep aynı karakteri oynamaktan sıkılmasına karşın cazip bir teklif almadan diziden ayrılmak istemez. 1964 yılında Sergio Leone adında tanınmamış bir İtalyan yönetmen İspanya’da çevireceği bir westernde Eastwood’a başrol teklif eder. Gerçekte James Coburn çok pahalı geldiği için ona bu teklif yapılır. Her şey riskli gözükmektedir; Amerika dışında bir kovboy filmi, tanınmamış bir yönetmen, lisan sorunu, dizideki sürekli işinden ayrılmak gibi… Dizide giydiği çizmeleri, kısa sigaralarını yanına alarak İspanya’ya gider. Akira Kurosawa’nın başyapıtı ‘Yojimbo’ esintileri taşıyan 'Bir Avuç Dolar İçin - A Fistfull of Dollar' (1964) tüm dünyada beklenmedik bir ilgiyle karşılaşır. Ve tüm dünyaya yeni bir western karakteri tanıtır. Adsız bir yabancıdır, şapkasının altından tüm dünyaya kısık gözlerle bakar, genizden gelen fısıltıyı andıran sesiyle az ve öz konuşur, tabancasını çekmeden pançosunu omzuna şöyle bir savurur, efkarını cebindekini kısa sigaralar ile dağıtır. Yerleşik ahlak kuralları umurunda değildir, onun dünyası sıkıştığında düşmanını arkadan vurabilen, dostu olmayan esrarlı bir silahşörün dünyasıdır. Hollywood’un yarattığı dürüst, ahlakçı, örnek kahraman şablonu karşısında ironik bir karşıt olarak durur. Bu filmle birlikte çarpıcı müziği, abartılı karakterleri ve bol kurşunlarıyla rötuşlanan western türüne spagetti sözcüğü eklenir. Bir İtalyan yönetmenin imzasını taşıyan bir westerne zaten daha farklı bir tanımlama yakıştırılamazdı. Bir John Ford westerninde pencereyi açan bir adam önünde uzanan yeşil ovayı seyreder, Leone‘de ise adam alnının tam ortasına kurşunu yer. İngilizce bilmeyen Leone ve İtalyanca bilmeyen Eastwood arasında diyalog sayılı kelimeler ile sınırlı kalmasına rağmen mükemmel bir işbirliği ortaya çıkar. İkilinin daha sonra çektiği 'Birkaç Dolar İçin', 'İyi Kötü ve Çirkin' tüm dünyada hasılat rekorları kırar ve Spagetti Westerni bir alt tür olarak sinema tarihine kazır.


Eastwood altmışlı yılların sonunda ülkesine bir yıldız olarak geri döner. Leone’nin western anlayışını temel alarak kendi filmlerini çekmeye başlar. 'Onları Yükseğe As-Hang’em High' (1968) ve 'Kasabadaki Yabancı-HighPlains Drifter' (1973) gibi westernlerde yalnız, kuralsız, anti kahraman silahşör ikonunu Hollywood’a taşır. Kariyerini en fazla etkileyen ikinci yönetmen Don Siegel ile ilk çalışması 'Coogan'ın Blöfü-Coogan’s Bluff' (1968) ikincisi ise 'Sarah İçin İki Katır-Two Mules for Sister Sarah' (1970) filmiyle olur. 'Kadın Affetmez-Beguiled' (1971) iç savaştan kaçarken yaralı olarak bir kız okulunda tutkulu kadınların arasına düşen askerin dramını anlatır. İkilinin en ilginç projelerinden birisi olan film karanlık atmosferi ve aksamayan dramatik yapısıyla dikkat çeker. Aynı yıl içinde Siegel-Eastwood ikilisi bu kez unutulmaz 'Kirli Harry-Dirty Harry' filmini çeker. İçerdiği şiddet ve faşizan alt metniyle film farklı eleştiriler almasına karşın gişede muhteşem bir başarı yakalar. Detektif Harry Calahan uzun yıllar sürecek kariyerine bu film ile başlar. Kanunu uygularken kurallarını kendi koyan yazılı hukuka aldırmayan, kent sokaklarında düzeni sağlayan yalnız bir kurttur. Uygulamaları üstlerini sık sık zor durumda bırakır, gelen baskılar sonucu Calahan’a çoğu kez işten el çektirilir. Dönem olarak bakacak olursak 69’da başkan seçilen Nixon’ın düzen ve kanun sloganının bir uygulayıcısı olarak da görülebilir detektif. Ne hikmetse kendisine iş partneri olarak ya bir Latin kökenli veyahut bir çekik gözlü polis uygun görülür. Başlangıçta Calahan’ın küçümsemelerine maruz kalan partnerler bir şekilde kendilerini kanıtlayarak finalde sıkı dost olur.


Humphrey Bogart/John Huston, John Wayne/John Ford gibi aktör/yönetmen birlikteliğine artık Eastwood/Siegel ikilisi de eklenmişti. 1971’de ‘Ölümün Sesi-Play Misty For Me’ ile ilk yönetmenliğini farklı bir türde gerçekleştirir. Öldüren Cazibe-Fatal Attraction (1978) esin kaynağı olabilecek gerilimli bir öyküyü caz müziği ile süsleyerek gelecekte yapacakları için olumlu sinyaller verir. Dirty Harry serisinden dört film daha çeviren aktör Magnum Force (1973), 'Uygulayıcı-The Enforcer' (1976), kendi yönettiği 'Ani Tehlike-The SuddenImpact' (1983), 'Ölüm Havuzu-The Dead Pool' (1988) bunlarda daha az ırkçı söylemler olmasına dikkat eder. Polisiye türüne Dirty Harry’nin getirdikleri arasında en önemli unsur polis örgütünün kirlenmesi, kanunların suçlulara tanıdığı toleransa karşı kendi kuralları ile mücadele etmesiydi . Bunlar karşısında Harry kanunları, politikacıları hiçe sayarak gerekirse polis yıldızını atarak mücadele eder.


Yetmişli yılların ortasından itibaren sert imajını yumuşatan roller oynadı. Bronco Billy (1980) günümüzde geçen bir Buffalo Bill hikayesini Capra filmlerini anımsatan hafif ve ironik bir havada anlatır. 'Her Ne Yaparsan Yap ,Boşver-Every Which Way but Loose' (1978),Which W 'Ne Yaparsan Yap-Any Way You Can' (1980) yenilmez kahraman imajını tiye alan ve komedi yönü ağır basan filmler olur. Alışılmış Eastwood imajının dışında filmler olmasına karşın gişede beklentinin üzerinde hasılata ulaşırlar. 1976’da yönettiği ‘Kanunsuz Josey Wales-The Outlaw of Josey Wales’ westernin en sevilen teması intikamı işler. Bu kez affetmeyen kahraman imajına  farkılılıklar getirir, örneğin kızılderililer ve beyazlar arasında uzlaşmacıdır, kendisine ihanet eden kötü adam Fletcher’ı cezalandırmaz. 1988’de yönettiği Bird kariyerinde önemli bir kilometre taşı olur. Bir cazsever olarak kırklı yıllarda hayran olduğu efsanevi saksofoncu Charlie Parker’ın 34 yıllık kısa ve hüzünlü yaşamını anlatan film, yönetmenlikte kendisine ilk ödülü Golden Globe kazandırır. Parker’ı canlandıran Forest Whitaker’ın mükemmel oyunculuğu yanında caz müziğine uyum sağlayan mavi tonlardaki görüntü çalışması filme lirik bir etkileyicilik getirir. Bird film müziğinde Oscar kazanırken, Whitaker Cannes Film Festivalinde En İyi Erkek Oyuncu seçilir. Artık sert imajının sakladığı farklı yönlerini göstermeye başlamıştır Eastwood. Yönettiği her yeni film farklı türlere yönelir örneğin John Huston'ın yaşadığı bir olaydan yola çıkan 'Beyaz Avcı-Kara Yürek-White Hunter, Black Heart (1990) Afrika’da geçen bir tutku ve avcılık macerasını anlatır. 


1992 de ‘Affedilmeyen-Unforgiven’ ile yönetmen olarak ilk Oscar ödüllerini kazanır Clint Eastwood. Filmin kahramanı William Munny kariyeri boyunca canlandırdığı tüm western kahramanlarının adeta evrim geçirmiş son modelidir. İnzivaya çekilmiş acımasız bir silahşörün tekrar küllerinden doğuşunun öyküsüdür. Eşinin ölümünden sonra çocuklarıyla ücra bir çiftlikte domuz yetiştiriciliği ile uğraşırken 1000 dolarlık ödül için tekrar yollara düşer. Ödülü Big Whiskey kasabasında bir hayat kadınının yüzünü doğrayan iki adamın başına arkadaşları koymuştur. Silah kullanma hatta ata binme becerisini yitirmiş olan Munny (Eastwood) eski arkadaşı Ned Logan (Morgan Freeman) ve silahşör olma sevdasındaki genç Shofield Kid ile kasabaya doğru yola çıkar. Karanlık ve kanlı geçmişini unutmaya çalışan Munny’nin yeniden öldürme ile yüzleşmesi zorlanarak hatta tiksinerek yaptığı bir işe dönüşür. Karanlık atmosferi ve karakterleri ile Affedilmeyen diğer tüm westernlerden ayrılır, bir kahramanlık karşıtı filmdir. Titreyerek, viskiye dayanarak silah kullanan bir kahraman seyircinin sevebileceği özdeşleşebileceği bir karakter değildir. Eastwood western türüne doksanlı yılların rötuşlarıyla yeni bir çehre kazandırırken Kurtlarla Dans’tan sonra Oscar alan ikinci western olur.


Doksanlı yıllarda yaşlılığın getirdiği olgunluk onun yarattığı karakter dünyasına da yansır. Bu dönemde yaşamlarında ikinci bir şansın peşinde koşan yaşını başını almış kimlikleri canlandırır. Her biri kendilerini kanıtlamak için son bir gayret içindedir. 'Ateş Hattı –Line of Fire' (1993) geçmişteki alkol problemini aşmaya çalışan Başkan’ın güvenlik ajanını,Co'Yasak Aşk- Bridges of MadisonCounty' (1995) mutluluğu yasak bir aşkta yakalamaya çalışan bir fotoğrafçıyı, 'Mutlak Güç-Absolut Power' (1997) kızıyla sorunlar yaşayan bir babayı canlandırır. 'Gerçek Suç-True Crime' (1999) çapkınlığı yüzünden eşinden ayrı yaşayan bohem ruhlu bir gazetecinin bir idam cezasını son anda önlemesini anlatır.  'Kan Borcu-Blood Work' (2002) seri bir katil olayıyla ilgilenirken önce kalp krizi sonra kalp nakli geçirip emekli olan bir FBI ajanının tekrar suçlu peşine düşmesini öyküler.


'Gizemli Nehir-Mystic River' (2003), Sean Penn, Tim Robbins, Kevin Beacon gibi mükemmel oyuncuları bir araya getirir. çocuk istismarı gibi hassas bir konuyu üç arkadaşın yaşamında işler. Film değil ama Sean Penn filmdeki rolüyla Oscar kazanır. 2005’de ikinci kez Oscar ödüllerini kazanır Clint. O yılın büyük favorisi Martin Scorsese’in yönettiği ‘The Aviator’ on bir dalda aday olmasına karşın 'Milyonluk Bebek-Million Dollar Baby' (2005) yedi adaylıktan dördünü kazanır. Geç yaşta problemlerini unutmak için boksa başlayan bir kadın boksörün yükselişini ve dramatik sonunu anlatan göz yaşartan bir öyküdür. Filmin etkileyiciliği, Eastwood-Freeman-Swank üçlüsünün arasındaki kimyada ve öyküyü duygu sömürüsüne sapmadan yönetmesinde saklı. Eastwood dışında başka bir yönetmen bu filmi çekse Oscar kazanır mıydı sorusuna yanıt bence hayır olurdu .


2007 yılını boş geçirmeyen  Eastwood ‘BabalarımızınBayrakları-Flags Of Our Vaters’ ve ‘Jima’dan Mektuplar-The Letters from Jiva’ filmlerinde savaşa eleştirisel bakış atar. Bilhassa savaşı Japon cephesinden inceleyen Jima’dan Mektuplar Oscar adayı olur.


2008 yılı hem başrol oyuncusu ve yönetmen olarak iki film üretir. ’Sahtekar-Changeling’ ve ‘Gran Torino’. Gran Torino’da Kore gazisi yalnız bir adamı canlandıran Eastwood ırkçılık, ön yargı gibi iç içe iki kavramın yıkılışını anlatır. Angelina Jolie’nin kaybolan çocuğunu arayan bir anneyi canlandırdığı 'Sahtekar-Changeling' otuzlu yıllarda geçen dramatik bir öyküyü devletin çarpık adalet anlayışı ile bağdaştırır.
2009'da uzun yıllardır planladığı bir projeyi gerçekleştirir. Nelson Mandela'nın özgür kalmasından sonra başkanlık döneminden bir bölümü anlattığı 'Yenilmez-İnvictus' da Güney Afrika'nın ulus olma yolundaki mücadelesini bir rugby dünya  şampiyonluğu üzerinden anlatır. Mandela rolünde Morgan Freeman'da yıllardır hayalini kurduğu karakteri canlandırır. İlerleyen yönetmenlik yıllarında bir özelliği daha ortaya çıkar, birbirinden farklı temalara üzanan öyküler ağırlıklı olarak ilgisini çekmektedir. 2010 yılında çektiği "Hearafter-Öteki Dünya" da bu kez öldükten geri gelen beden ve ruhlar üzerinden gelişen bir öyküyü anlatır. Tsunami sonrası kısa bir süre kalbi duran Fransız bir gazeteci kadın, medyumluk yeteneği yardımıyla ölü ruhlara ulaşabilen bir adam ve ölmüş olan ikiz kardeşi ile konuşmaya çalışan bir çocuk gibi ana karakterleri buluşturduğu çok parçalı öyküyü mükemmel bir karanlık atmosfer içinden anlatır. Çok fazla bir olay yoktur fakat film seyirciyi baştan sona saran tedirgin bir akışla ilerler. Fransa ve İngiltere'de geçen öykü ancak yetkin bir yönetmenin elinden bu denli derli toplu ve etkileyici perdeye aktarılabilir. 
Bu efsanevi sinema adamını rakamlar ile şöyle tanımlayabiliriz: 46 filmde başrol (toplam 56 film), 31 filmde yönetmen, 21 filmde yapımcı. Kazanılacak her türlü ödülü kazanmış yaşayan bir efsane.
                                     
SERGIO LEONE
WESTERN'İ YENİDEN YARATAN ADAM 

Avrupa kıtası kovboy filmlerini hep sevdi. Amerika’yı hiç görmemiş bir çok  İtalyan , Fransız yapımcıyı ve yönetmeni sinemanın emekleme çağlarında bile (20’li yıllar ve öncesi ) western etkiledi . Fransızların birer bobinlik 1910 yılına ait ‘The Hanging  at Jefferson City’ ve ‘Hooligans of the West’ eski kıtanın bilinen ilk western örnekleri oldu. Alman Sinemasında yirmili yıllardan başlayarak kırklı hatta daha sonraki yıllara uzanan bir  western geleneği sürdü. Korku filmlerinin unutulmaz oyuncusu Bela Lugosi bile Alman kovboy filmlerinde ‘Kahraman Kızılderili’ rolü oynadı.Hindistan , Meksika , Rusya , İsveç , Avustralya , Güney Afrika gibi ülke sinemaları da kendilerine çok uzak bir coğrafyadaki bu türün cazibesine kapıldı. Bu türe Yeşilçam da  kayıtsız kalamazdı. 1965-1972 yılları arasında dönemin tüm jönlerinin oynadığı kovboy filmleri çekildi. Kadir İnanır , Yılmaz Güney , İzzet Günay ,  Kartal Tibet gibi dönemin hızlı aktörleri en az birer kez kovboy oldular. Hülya Koçyiğit, Sezer Güvenirgil, Seyyal Taner , Feri Cansel   gibi döneme damgasını vurmuş kadın oyuncular da Calamity Jane’leri kasabanın dilberlerini oynadılar.Bu yaygın ilginin gerçek nedeni kovboy filmlerinin kazandığı ticari başarıydı. Gerçekten yediden yetmişe herkes seyrediyor ve bir nesil bu filmler ile büyüyordu. Sık tekrarlanan şablonlar,beklenen bir yeniliğin yaratılmaması sonucunda  zamanla önce ana vatanında sonra dış ülkelerde ilgi azaldı. Azalan ilgi karşısında  film maliyetlerini düşürmek için Amerikalı yapımcılar da Avrupa’da çekmeye başladı. Artık İspanya’da, İtalya’da kurulan  bir çok setten hem Amerikalı, hem de Avrupalı sinemacılar faydalanmaya başlar. Yetmişli yılların ortalarına gelindiğinde, artık western cazibesini ve popülaritesini yitirmiş bir tür olarak arşivlerin tozlu raflarındaki yerini almıştır.

LEONE’NİN İLK ADIMLARI

Sinema salonlarına düşen yeni bir western bir anda herkesin ilgisini çeker. Dinamik müziği , baş roldeki kısık bakışlı silahşör , abartılı şiddet , kısa diyaloglar ( yerine şiddet), kirli tozlu kasaba , pasaklı tipler alışılanın dışında bir western tablosu çiziyordu. Kurosawa’nın Samuray başyapıtı Yojimbo’sunun kare kare kovboy kasabasına uyarlamasıdır bu yeni western. ‘Bir Avuç Dolar-For A Fistfull Dollar’ ile Sergio Leone, Clint Eastwood, Ennio MorriconeBirkaç Dolar İçinFor a Few Dollars More’  aynı kadro ile fakat bu kez gerçek adlar kullanılarak çevrilir. Leone’nin stilini oturtup artık seyirciye kabul ettirdiği bir film olur.  İlkinin başarısını ikiye katlar. Daha ilk karelerden itibaren ıslığın eşlik ettiği çoşkulu müzik ve gerilim dolu bekleyiş seyirciyi ele geçirir. Kıraç arazide uzaktan gelen bir atlının yüzü gözükmeyen keskin bir nişancı tarafından vurulmasıyla başlayan sekans klasik westernde rastlanmayacak  bir   başlangıçtır.  İki ödül avcısı, adı olmayan kovboy (Eastwood) ve emekli Albay Mortimer (Lee Van Cleef) başına 10 bin dolar ödül konulan  İndio (Gian Maria Volonté) adlı çete reisinin peşine düşer. İndio ise El Paso’daki zengin bankayı soymayı planlamaktadır. Çetenin kalabalık olması her iki ödül avcısını iş birliğine mecbur eder. isimleri bir anda tanınır. Film ilk piyasaya çıktığında Avrupalı olduklarının sezinlenmemesi için yönetmen Bob Robertson (Leone) , Dan Savio (Morricone) , John Wells (Gian Maria Volonte) takma adları afişe yazılır. İlk filmin inanılmaz başarısı üzerine çok geçmeden ikincisi ‘
Leone klasik westernin tüm kurallarını baştan aşağı siler, klasik öğeleri kullanarak türü yeniden şekillendirir. Spagetti westernin temelini abartılı , hatta  gerçek üstü  denilebilecek bir şiddet üzerine inşa eder . Şiddet çoğunlukla komedi sınırlarına da dayanır. Karakterlerini hiç bir ahlaki kurala uymayan silahşörler ,  hedefleri sadece dolar olan ödül avcıları , sadist ruhlu haydutlar , azize veya fahişe olan kadınlar, basiretsiz kanun adamları arasından seçer. Kasabalar genelde güneyde yer alan toz toprak içinde , bakımsız yerleşim alanlarıdır. Ahali   kimliksiz, aciz , pasaklıdır . Düello sahnelerinde uzun kısık bakışlarıyla birbirine meydan okuyan düşmanlar, hareketli kamera ve müziğin eşliğinde  mükemmel bir kareografi gösterisi yapar. Klasik westernde olduğu gibi ahlaki değerlere sahip çıkan idealize bir kahramana rastlamak imkansızdır. Ruhları da kendilerini çevreleyen doğa gibi toz toprak içindedir. Kamera açıları da oldukça özgündür. Geniş açılardan yakın plana geçişler , yakın plan yüz çekimlerinde çiçek bozuğu ciltleri , kirli sakalı , kötü nedbeleri uzun uzun gösterir. Arkadaki doğa manzarasının kenarında yakın plan yüz çekimi en sevdiği planlardan birisidir. Atlı sahnelerde bile Hollywood’un çok sevdiği profil çekimlerden çok karşıdan önden veya atın arkasından çekimler kullanır.   
Ennio Morricone’nin müzikleri sahnelerin akışıyla emsalsiz bir senkronizasyon gösterir. Leone bu konuda fanatikçe bir titizlik gösterir. ‘Bir Avuç Dolar‘ ı müzik klibi gibi çekmeyi  bile düşünmüştür. Klasik erkek vokallerin söylediği klasik western melodileri yerine çoşkulu Meksika folk ezgileri taşıyan unutulmaz Morricone melodileri en az filmler kadar ünlenir.
Dolar üçlemesinin son halkası ‘İyi,Kötü,Çirkin-The Good,Bad und Ugly’hepsinin üstüne çıkan bir başarıya ulaşır. Artık Leone Amerika’da tanınan ve ilgiyle izlenen bir yönetmen olmuştur. Filmin üç silahşörü de bir kez daha aynı paranın peşindedir. Politik görüşünü direk olarak filmlerine yansıtmayan Leone bir şekilde dolar üçlemesiyle kapitalist dünyanın benzeşen  karakterlerine selamlarını gönderir.
Ben sinemada büyüdüm diyen Leone yönetmen baba , aktris bir annenin oğludur. Setlerde her türlü işi yaparak sinema dünyasına girer Sergio. Amerikalıların ellili yıllarda, filmleri olayların geçtiği mekanlarda çekme modasından en fazla Roma ve Cinecitta stüdyoları faydalanır. Leone’de bu dönemde çalıştığı filmler, tanıştığı yönetmenler Amerikan sineması hayranlığını arttırır.

LEONE’NİN OLGUN DÖNEMİ

1968 de ‘Bir Zamanlar Batı’da-Cera Una Volta in West’ büyük beklentiler sonrası gösterime girer. Charles Bronson , Henry Fonda , Jason Robard , Claudia Cardinale gibi dönemin ünlü  oyuncularının oynadığı film Avrupa’da büyük beğeni toplar. Amerika’da ise çok uzun ve ağır bulunur. Üç saatlik filmin diyalogları sadece on beş sayfadır. Leone westernin büyük ustası John Ford’un ‘bir film ne kadar iyiyse diyaloglar o kadar azdır’ sözünü doğrular gibi çekmiştir. Film 'Şiddet Operası' olarak tanımlanır. Her karakterin kendine özgü bir müziği vardır. Morricone filmin çekimlerinden önce müziği bitirmiştir. Gerçekten de Leone içindeki opera sevgisini (her İtalyanda olduğu kadar) uzun planların yer aldığı , uzak plandan  göz bebeklerine kadar gelen kamera hareketleriyle bezenmiş bir westernde göstermektedir. Amerikanın kuruluş yıllarına adanmış bu başyapıt yeni bir üçlemenin de ilk ayağıdır. Leone serinin ikincisi olarak James Coburn ve Rod Steiger ile western güldürüsü olan ‘Yabandan Gelen Adam-A Fistfull of Dynamite’ çevirir. Üçlemenin ve ustanın son filmi On yıllık senaryo çalışmasının sonunda çevirdiği film ‘Bir Zamanlar Amerika’da-Once Upon Time in America’(1984) de gelir. Bu kez de bir gangster operası olmuştur. 30 yıllardan başlayarak  60 lı yıllara dek uzanan bu epik öykünün başrollerinde Robert DiNiro ve James Woods oynar. Dostluk , ihanet , politika , mafya üzerine unutulmaz kareleriyle  defalarca seyredilip , ebediyete intikal eden filmlerden birisi olur. Leone 1989 yılında, 60 yaşında aramızdan ayrıldı.

Her yönetmen farklı bir şeyler yapmaya çalışır. Leone kadar bir türde  devrim yapmış yönetmen azdır. Sonraki nesilde Tarantino onu örnek alarak polisiye türünü aynı temel düşünceler çerçevesinde yenilerken, usta onun yaptıklarını herhalde yukarılardan bir yerden mutlulukla seyrediyordur.

MICHELANGELO  ANTONIONI

SESSİZLİĞİN VE BOŞLUĞUN MİMARI 



Michelangelo Antonioni sinemanın biçimsel dogmalarını yıkan, kalıplaşmış tekniklerinin dışına çıkan, yenilikçi bir yönetmendi.Sanatın popüler klişelerini her zaman reddetti. “Sinema okullarında öğretilen ve değer taşıyan bir çok kuralın ne kadar geçersiz olduğunu kanıtlamak için çekim yaptığım çok gün oldu” diyen Antonioni en fazla problemli entellektüelleri, zenginleri anlattı. Onların kadın erkek ilişkilerindeki iletişimsizliğini, samimiyetsizliğini gözü pek, isyankar kadın, iki arada bir derede kalmış zayıf erkek karakterler aracılığıyla yansıttı. Yapmacık diyalogları, inandırıcılıktan uzak duyguları onların yaşamlarının vitrini olarak sundu. Kopamadığı İtalyan Fotoroman estetiği tüm filmlerinin görüntüsel hakimi oldu. Bu estetik bilhassa İtalya’da siyah beyaz çektiği ilk dönem filmlerinde çok belirgin olarak ortaya çıkar. Macera (L’avventura 1960), Gece (La Notte 1961), Batan Güneş (L’Eclisse1962) üçlemesinde aşkın tükenişini, aydın kesimin yükselen değer kapitalizm karşısındaki bocalamasını ön plana çıkarıyordu. Bunalımlı avare kadın ruhlar, zengin burjuva yaşamından bir kaçış yolu arıyordu. Bu yol en kısasından bir flört veya bir ihanet olabiliyordu. Bazen de oldukları yerden kaçarcasına uzaklaşarak kendilerini tenha sokaklara, terkedilmiş gibi gözüken binaların arasına attılar, sıradan insanlar gibi nefes almaya çalıştılar fakat bu kez onlara ne kadar yabancı kaldıklarını gördüler. Dış dünyanın tekinsiz yüzünü hissettiler. Hep geriye döndüler. Çıkışsızlık onların döngüsü olmuştu. İletişimsizliği örneği olmayan bir boşluk duygusuyla yansıtabilen ilk yönetmen Antonioni oldu. Yer yer Tarkovski’den esintiler taşısa da bunu modern yaşamla bu kadar iç içe geçirebilmesi onun yeteneğiydi. Boşluk onun filmlerinin ana karakteridir. Bunu bazen boş sokaklar, göz alabildiğince uzanan parklar, pencerelerinde tek tük insanların gözüktüğü yüksek apartmanlar bazen iki kişi arasında uzayıp giden sessizlik bazen ortadan kaybolan bir karakter yoluyla gerçekleştirir. Gerçekte bu boşluğun içi doludur izleyici sessizliğin söylenmemiş sözler ile dolu olduğunu, boş gözüken apartmanların içinde insanlar yaşadığını, kaybolan karakterin bir yerde yaşadığını hisseder.

Sinema tarihinin en iyi on filmi arasında gösterebileceğim Blow –Up (Cinayeti Gördüm-1966) “gerçek nedir?” kavramını ustanın alışılmış sade üslubuyla tartışıyordu. “Her gördüğümüz gerçek midir yoksa onu beynimizde biz mi yaratıyoruz?” gibi karmaşık bir soruyu sanki cinayet öyküsüymüş gibi anlatıp, karmaşıklığa yol açmadan sonuca bağlıyordu. Film 1967 yılının rock müzik, esrar, anti-militarist gösteriler, allı morlu kıyafetler ile değişen sosyal yaşantısını Londra’nın gri atmosferinde yer yer bir klip estetiğinde gösteriyordu. Unutulmaz final bölümü filmin sorusunu aydınlatıyordu. Hayali tenis topuyla oynanan beş dakikalık tenis maçı sinema tarihinin en çarpıcı sekanslarından birisi olarak bugün hala internet sitelerinde izleniyor. Her yeni seyredişimde konu ve görüntü estetiğinin yüklendiği yeni bir ayrıntının farkına vardığım eskimeyen bir sinema örneği oldu Blow-Up .

İngilizce olarak çektiği üçüncü filmi Yolcu (Profession Reporter/The Passenger 1975) farklı bir varoluşcu temanın altını çiziyordu. Kendi kimliğinden kaçmaya çalışan bir bireyin çıkmazını inceliyordu usta yönetmen. Kuzey Afrika’da bir iç savaşı izlemek ve burada başkaldıran gerillalara ulaşmaya çalışan Peter Locke (Jack Nicholson) adında bir gazetecinin öyküsüdür. Kaldığı otelin yan odasında yaşamını kaybeden Tony Robertson adında bir adamın yerine geçer. Adam gerçekte silah tüccarıdır. Onun kimliğiyle tüm geçmişinden geride bıraktığı evinden, karısından, üvey evladından, işinden kaçabileceğini düşünür. Sistemin bir parçası olmak, modern yaşamın alışkanlıklarıyla sürdürdüğü onca yılın ağırlığına bir de hiç tanımadığı bir adamın kimliği binmiştir. Ne kendisinden kaçabilir ne de yeni birisi olabilir. Antonioni bir kez daha modern bireyin çıkmazını ve hapsolmuşluğunu tüm karamsarlığıyla gösterir. Filmin finalindeki yaklaşık yedi dakikalık sekans diğer Antonioni filmlerinde olduğu gibi son sözü söyler. İnsan göz hareketlerine senkron bir kamera ile çekilmiş bu sekansta kahramanımızın odasının demir parmaklıklı penceresinden yavaşca dışarı süzülürüz. Dışarıda toz toprak içinde yaşam sürmektedir. Pencere dışından odayı seyretmeye başladığımızda kahramanımız ölmüştür. İntihar mı, kalp krizi mi yoksa öldürülme mi bilemeyiz. Cesedi teşhis için getirilen karısı öleni tanımadığını, onun gerçek kimliğinden bi haber yol arkadaşı genç kız ise tanıdığını söyler. Modern yaşam, bireylerini tanımaz onları sadece ele geçirir ve sömürür. Bu durumda kimlik değişimi filmde olduğu gibi sadece fotoğraf değişikliği ile sınırlı kalır.

Ustanın 1970 de çevirdiği ikinci ingilizce filmi Zabriskie Point de tüketim toplumunu eleştirerek hippiliğin her şeyi yıkarak daha az mekanik bir toplum oluşturacaklarından bahsediyordu. Son sözü yine Pink Floyd müziği eşliğinde gerçekleşen muazzam bir infilak ve uçuşan parçaların yere yavaşça düşmesiyle final bölümü söyler. Benzer bir patlamayı yıllar sonra çevrilmiş Döğüş Kulübü’nün finalinde Dünya Kredi Kartları merkezinin havaya uçurulmasından anımsıyorum. Pink Floyd, Jerry Garcia, The Kaleidoscope tarafından yapılmış film müziği de kült mertebesine ulaştı.

Michelangelo Antonioni üzerine yazılacaklar bu kadarla kalamaz üzerine yazılacak bir çok filmi daha var: Kızıl Çöl (1964), Bir Kadının Tanımlanması (1982), Bulutların Ötesinde (1995), Eros (2004).

Usta yönetmenin sözleri filmlerinde aşkı işleme şeklini açıklıyor: “Aşk karmaşık, çarpık bir duygudur onu bir hastalık gibi incelemek gerekir, hiçbir zaman sürekli değildir, erkekle kadını başta birbirine bağlayan bu duygu zamanla tükenmeye, ölmeye mahkumdur.”

Gece (La Notte) filminden Jeanne Moreau ve Marcello Mastorianni arasındaki diyalog ile noktayı koyalım, Bu diyalog, Antonioni filmlerindeki kadın erkek karakterleri, yapılarını ve aşkın tükenmişliğini mükemmel tanımlıyor. Erkek, olmasını istemediği bir macera yaşadığını itiraf eder. Kadın sakin bir ifade ile konuşur;

Kadın: Böyle bir tecrübeden güzel bir hikaye çıkarabilirsin. Adını da “Ölüler ve Diriler” koy.

Erkek : Bütün söyleyeceğin bu mu ?

K: Ne söylememi bekliyorsun, kötü bir şey mi yaptın dememi mi istiyorsun? Beni hayal kırıklığına uğrattın mı diyeyim? Hayır anlıyorum seni. Şaşkınlıktan ne yaptığını bilmiyordun. İstersen bu konuyu kapatalım. Herhalde beni ilk defa aldatıyorsun.

E: Ne demek istiyorsun?

K: Sıkma canını nasıl olsa benim için fark etmez.

 

MARLON BRANDO

Asi, Serseri, Kırılgan,Devrimci

3 Nisan 1924 Nebraska’da bir çiftlikte alkolik bir annenin ve hovarda bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen "Marlon Brando" sefalet içinde bir çocukluk geçirdi. Günlerinin çoğunu bir köşede sızarak geçiren bir anne , sık sık ortadan kaybolup kendi hayatını yaşayan bir babanın yanında geçen çocukluk günlerinde,  onu en fazla eğlendiren şeyler çiftlik hayvanları ve köylü çocuklar ile yaptığı haşarılıklar olur. Arkadaşlarının ‘Bud’ olarak çağırdığı Brando aşırı tembel bir öğrencilik dönemi geçirir. Babası sonunda biraz olsun yola girsin diye onu Minnesota’da Askeri Okul’a gönderir. Beklenildiği üzere burada da dikiş tutturamaz ve okuldan atılır. Artık bir okul bitirmek onun düşüncelerinden ebediyen silinir. New York’ta oyuncu olmak için çabalayan kızkardeşi Jocelyn’in yanına gider. Kendisini bir anda Stella Adler’in öğrencilik derslerinde bulur. Metod oyunculuğunun kurucusu olan Stanislavski’nin öğrencisi olan Adler bu haşarı gençteki yeteneği fark eder. İnsanların bastırmağa çalıştığı tüm duyguları-acı, hırs,cinsellik,öfke gibi-fiziksel ve duygusal bir biçimde ifade edebilme yeteneğini geliştirmeye yönelik bir yöntem olan Metod oyunculuğu için Brando’nun inanılmaz bir cevher olduğunu anlar. O maço bir sertlikten , kedi yumuşaklığına ani geçişler yapabilen bir karakterdi. ‘Ona oynayacağı sahnenin içeriğini söylemek yetiyordu, o hemen derinleşip gerekli karaktere dönüşürdü’ diyor Elia Kazan. Ünlü yönetmen Kazan ona ilk önemli rolünü sahnede ‘A Streetcar Named Desire-İhtiras Tramvayı’nda verir. Maço, serseri ruhlu Stanley Kowalski ‘ de  kendisiyle  örtüşen bir karakter yaratır. Ne yapacağı , nerde patlayacağı belli olmayan Kowalski, akıl hastası olan baldızı Blanche’ı  sürekli aşağılar, tedirgin eder, karısını hem sever hem acı çektirir. İki yıl sürekli sahnede oynadığı bu rol, onu daha film çevirmeden starlık mertebesine taşır.  Fred Zinneman’ın yönettiği ilk filmi ‘The Men’de belden aşağısı felçli bir savaş gazisini oynar. Ardından Kazan İhtiras Tramvayı’nı perdeye taşır. Brando seksi karizması ile filmin başarısında en önemli etken olur. Oscar’a aday olur fakat ödülü Africa Quenn’deki rolüyle Humprey Bogart’a kaptırır. Dönemin lokomotifleri John Wayne ve Kirk Douglas türü öz güveni tam, kahramanları kusursuzlaştıran  oyuncular karşısında Brando ile  isyankar, moral değerlere karşı duran, kırılgan karakterleri canlandıran yeni bir oyuncu jenerasyonu geliyordu. Montgomery Cliff, James Dean onu izleyen oyuncular oluyordu. Sırasıyla Viva Zapata’da –yönetmen yine Kazan- devrimci Zapata, Julius Caeser’da Marc Antony, The Wild One’da motorsiklet çetesi lideri rolleriyle ününü pekiştirir.
Elia Kazan’ın sanatçı arkadaşlarını Mc Carthycilere komünist olarak gammazlamasının ardından ‘On The Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde’ oynaması için defalarca yaptığı teklifi her seferinde geri çevirir. Tery Malloy  rolünün ondan hiç hoşlanmayan rakibi Frank Sinatra’ya teklif edilmesi üzerine oynamayı kabul eder. Sinatra hiçbir zaman Brando’dan hoşlanmamış ve ona ‘Bay Geveleme’ adını takmıştı. Dok işçisi, eski boksör Malloy rolü için zamanının çoğunu rıhtimda işçiler ile geçirir ve rolüne hazırlanır. Sendikal yozlaşmayı, sendikaların işçileri sömürmesini anlatan antikapitalist mesaj taşıyan ‘Rıhtımlar Üzerinde’ bir çok dalda Oscar adayı olur. Ve Brando ilk Oscar heykelciğini kazanırken son derece mütevazi ve pırıltıdan uzak bir duruş sergiler. 1973’de  Don Carleone ile kazandığı Oscar ödülünü red edip yerine Apaçi Kızılderilisi olan sekreteri Sacheen’ ı  gönderen Brando, ilk ödülü kabul etmesini de sonradan‘gençlik hatası’ olarak görür. 1962 ‘de çevirdiği ‘Mutiny on the Bounty-Denizde İsyan’ filminin çekimlerinde tanıştığı Tahitili güzel oyuncu ile evlenir. Bu bölgede satın aldığı Teti’Aroa adasına yerleşir ve kendisini yemeye, içmeye adar. 1961’de çevirdiği ‘The Ugly American-Çirkin Amerikalı’ da hayali bir Asya ülkesine gönderilen kendini beğenmiş Amerikan Elçisi Harrison Carter McWhite’ı canlandırır. Daha sonraki yıllarda bu filmin Amerika’nın yanlış dış politikalarını ve Vietnam Savaşına yol açan etkenleri yansıtan  bir film olduğu anlaşılır. Ellilerin sonunda , altmışlı yılların başında yurttaşlık hareketleri başladığında bunları desteklemek için elinden geleni yapar. Özgürlük yürüyüşlerine katılır, Martin Luther King’i destekler, Kara Panter Örgütü’nün liderleri ile bir araya gelir. Siyahlara uygulanan ırk ayrımını her platformda protesto eder.
Altmışlı yıllarda yaptığı bir çok film hafif kalır. ‘The Night Of The Following Day-Ertesi Günün Gecesi’, ‘Candy –Şeker Gibi’, ‘Bedtime Story-Yatak Hikayesi’  gibi filmlerin bazılarını para bazılarını ise arkadaş hatırına çevirir. Charlie Chaplin ve Sophie Loren ile çevirdiği ‘A Countess from Hong Kong-Hong Kong’lu Kontes’ berbat bir film olur. Chaplin ile anlaşamaz , onu dahi fakat insanlıktan nasibini almamış bir adam olarak tanımlar. 1967 yapımı’ Reflections On A Golden Eye’da iktidarsız bir subayı canlandırır. Eşcinsel olduğunu geç farkeden karakterdeki performansı çok beğenilir. On yıllık aşağı giden kariyeri yetmişlerin başında ‘Godfather-Baba’ ile tekrar çıkış yapar. Yazar Mario Puzo’nun isteği ile rol ona teklif edilir. Onun zor karakterini bilen yapımcılar başta bu isteğe karşı durur. Coppola’da ısrar edince rol Brando’ya verilir. Ayna karşısında yaptığı provalarda avurtlarını kağıt mendil ile doldurur ve efsanevi Don Carleone karakteri ortaya çıkar. Ve ikinci Oscar’ını kazanır. Töreni Amerikalıların Kızılderili tarihini çarpıttıkları için ve hala onları küçük düşürdükleri için protesto eder ve ödülü almaz. Bertolucci’nin yönettiği ‘Last Tango in Paris-Paris’te Son Tango’ da Maria Schneider ile rol alır. Film en çok sado mazoşist sevişme sahneleri ile ünlenir. Yalnızlaşma ve varoluşcu alt metin tereyağlı sevişme sahnesinin gölgesinde kalır, film bazı ülkelerde yasaklanır. 1976’da The Missouri Breaks –Missouri’de Düello’ ve rekor bir paraya anlaştığı Süperman filmlerinde oynar. Süperman’in babasını canlandırmak için 12 günlük çalışma karşılığı 3,7 milyon dolar alır. Coppola ile yaptığı ‘Apocalypse Now-Kıyamet’ gerek çevrim öyküsü, gerek oynadığı rol açısından tam bir macera olur. Albay Kurtz karakterini tamamen kendi isteği doğrultusunda baştan yazar ve oynar. Çekimler zor doğa şartlarında planlanan süreden yaklaşık bir yıl daha uzun sürer fakat sonuçta tarihin en iyi filmlerinden birisi olur.
Ailevi sorunları hiç bitmez. Oğlu Christian kız kardeşinin sevgilisini öldürür,  kızı Cheyenne 1995’de intihar eder.  Boşandığı onca kadına kamyon yükü tazminat öder,  bilinçsiz bir şekilde beslenerek sık sık obezite sınırına dayanır. Nakit sıkıntısından dolayı 2 milyon karşılığı Scary Movie 2 de bile küçük bir rolü kabul eder. Zatürreye yakalandığı için oynayamaz. 2004 yılında akciğer fibrosisinden yaşamını kaybeder.
Oynadığı 40 film içinden yaklaşık on tanesinde unutulmaz performanslar sergiler. İç güdüsel oyunculuğu, kendine has konuşma biçimi, kırılgan ve agresif karakterleri birleştirmedeki ustalığı ile kendisinden sonra gelen Pacino, Depp, DiNiro, Penn, Norton gibi  oyuncuları etkiler. Jack Nicholson ise onu kısa ve öz  tanımlar  ‘O bize özgürlüğümüzü verdi’.


Luis Buñuel

GERÇEKÜSTÜNÜN GİZEMLİ ÇEKİCİLİĞİ 

Sinemanın peygamberlerinin sayısı azdır. Bunların içinde İspanyalı Bunuel’den daha güçlüsü yoktur’. Luis Bunuel için söylenmiş bu övücü sözün sahibi İngiliz yönetmen Tony Richardson’dır. Sinema peygamberi olmak için neler yapılır? Sadece film yönetmek böyle bir tanımlamanın içini doldurabilir mi? Tabi ki hayır, o düşünceleri, yaşam tarzı, taviz vermediği kuralları ile takdir edilen bir insan oldu. Onun ‘Bin dolara yapmayacağım bir filmi bir milyon dolara hiç yapmam’ sinema duruşunu en iyi tanımlayan tümcesi oldu. Dolu dolu geçmiş bir yaşamı şöyle bir anımsayalım.

Bunuel 1900’de Calanda’da doğar. Madrid Üniversitesinde önce Antomoloji (böcek bilim), sonra tarih ve felsefe okudu. Zengin bir aileye ait olmanın rahatlığıyla gençlik yıllarını maddi sorun yaşamadan geçirdi. Üniversite öncesi gönderildiği Cizvit okulu onun ileri yıllarda din karşıtı, ateist bir insan olmasının en büyük nedeni olur.

Madrid yıllarında ünlü sanatçılar arasına girdi. Bunların içinde onu gelecekte çok etkileyecek Salvatore Dali ve şair Federico Garcia Lorca gibi sanatçılar da vardır. Onlarla olan dostluğu onun sonsuz düşler dünyasını daha bir canlandırıyordu. Otobiyografik kitabı ‘Son Nefesim’de düşler için şöyle der: ’Eğer bana yirmi yıllık ömrün kaldı, bu günlerin her birinin yirmi dört saatinde ne yapmayı istersin diye sorulsaydı şöyle yanıtlardım: Bana gerçek yaşamdan iki, düşlerden de yeniden anımsayabilmem koşuluyla yirmi iki saat verin… Çünkü düş ancak kendini besleyen bellekle yaşar’. Öğrenim sonrası gittiği Paris, özgürlüğü ve cüretkarlığı ile onu şaşırtır. O günlerde gerçeküstücülük akımı en deli, en yaratıcı günlerini yaşıyordu. Andre Breton, Max Ernst gibi sanatçıların önderliğinde kendini bir sanat akımından çok devrimci bir hareket olarak görüyordu. Eskimiş olan tüm değerleri toptan reddederken bilincin ortaya koyduğu tüm engelleri kaldırmak için Freud yöntemleri ile şiir ve resmi bir araç olarak kullanan gerçeküstücüler zaman zaman alay etme, rezalet çıkarma, adam dövme gibi eylemler ile toplum karşısına çıkıyorlardı. Nesnel gerçekliği yıkmak için gerçeküstücü nesneler yaratılıyordu. Sınırları yıkmak isteyen bu akımın zamanla eski sanat eserlerine yenilerini katmak dışı bir işlevi olmadığı anlaşıldı. Bunuel de gerçeküstü akımından yola çıkmasına karşın sosyal konuları tüm doğallığı içinde işleyen, din ve kiliseyi yeren bir çok film yaptı.
ENDÜLÜS KÖPEĞİ ve ALTIN ÇAĞ1929’da kendisinin ve Dali’nin bir rüyasından yola çıkarak çevirdiği sessiz ve siyah-beyaz ‘Endülüs Köpeği-Un Chien Andalou’ gerçeküstü akımın ilk sinema ürünü olur. Bunuel rüyasında ayı kesen ince uzun bir bulut ve gözü yaran bir ustura, Dali ise karıncalar ile dolu bir el görür. Bu iki rüyadan yola çıkarak bir haftadan kısa sürede yazılan senaryoda temel kural psikolojik, kültürel ve mantıksal hiçbir açıklamaya meydan bırakmayacak bilinç dışı, şaşırtıcı her düşünce ve görüntüye açık olmak. Film muhafazakar kesimden gördüğü tepkilere, tehditlere rağmen umulmadık bir başarı kazanır. Her şeye rağmen film yasaklanmaz ve sekiz ay süre ile afişte kalır.

Bunuel’in ikinci filmi olan ‘Altın Çağ-L’Age D’Or’ daha büyük tepkilere yol açar. Sesli olarak çevrilen filmde gerçeküstü temalara müzik ve sözün desteğinin sağlanması filmin gücünü arttırır. Bu kez senaryo aşamasında Dali ile yolları ayrılır. Tema olarak olayların ters akışı sonucu bir türlü birleşemeyen genç bir erkek ve kadının hikayesini anlatır. Gerçeküstücülük akımının kurallarına sadık kalarak geleneklere, kiliseye, uygarlığa tüm gücüyle saldıran bir film olur. Sağ basın ve sağcı gençlik örgütleri filmin gösterildiği sinemayı yağmalar, perdeye bomba bile atılır. Bir hafta sonra film emniyet tarafından kamu düzenini korumak adına yasaklanır. Tüm kopyaları yok edilir. Bu yasak yaklaşık elli yıl sürdükten sonra 1980’de New York’ta tekrar gösterilir. Filmin bugün birisi Paris ve diğeri Londra olmak üzere sadece iki kopyası mevcuttur. Kopan tüm bu gürültüler Hollywood’un dikkatini Bunuel üzerine toplar.

Gerçeküstücülüğün en çoşkulu dönemleri üç yıldan biraz fazla sürer. Bunuel bu dönemi sonraki yıllarında ‘Bilince, aykırılığa, anlaşılmazlığa ve iç benliğimizden gelen tüm eğilimlere bir çağrıydı. Öyle bir çağrı ki, ilk kez böylesine güç ve cesaretle her yerde yankılar uyandırıyordu. Bize kötü görünen her şeye karşı verdiğimiz mücadelede az rastlanır bir karşı çıkış, güçlü bir direnmeyle varlığını sürdürüyor ve bir oyun tadı veriyordu’ sözleriyle tanımlar. Bu dönem onun içinde varlığını tüm yaşamı boyunca sürdürür ve her filmde kendisini hissettirir.

Hollywood kurallarının kendisiyle uyuşmayacağını düşünen Bunuel MGM stüdyolarının film teklifini kabul etmez. MGM onu kazanmaya kararlıdır. Danışman olarak iyi bir ücret karşılığı stüdyolarda incelemeler yapması için onunla altı aylığına anlaşır. Üç ay sonunda hesaplarını kapatır ve Paris’e geri döner. Dönüş sonrası gerçeküstücüler ile bağlarını koparır ve bağımsızlığı seçer. İspanya’daki Les Hurdes adlı dağlık bölge üzerine okuduğu bir araştırma kitabı ilgisini çeker ve içinde belgesel bir film çekme isteği uyanır. Ramon Acin adında eski bir anarşistin piyangodan kazanıp kendisine bu belgesel için verdiği yirmi bin peseta ile Les Hurdes dağlarında bir ay süre ile Ekmeksiz Topraklar’ı çekti. Bazı köylerinde ekmeğin bile olmadığı bu yoksul topraklardan çok etkilendi, filmin kurgusunu bir yemek masası üzerinde tek başına, beş parasız yaptı. Film bir nevi taş devri yaşayan vatandaşlarını gösterip İspanya’yı küçük düşürdüğü iddiası ile hükümet tarafından yasaklanır.

MEKSİKA YILLARI

İspanya İç Savaşı sonunda çeşitli sınıflardan gelen pek çok Cumhuriyetçi İspanyol gibi Bunuel de kendisine sürgün yeri olarak Meksika’yı seçer. 1946-1964 yılları arasında çevirdiği otuz iki filmin yirmisini Meksika’da gerçekleştirir. Bunlar kısıtlı bütçeler, 18 ile 24 gün gibi kısa sürelerde çekilen filmler olur. Bunuel tüm kariyeri boyunca hızlı çalışan, önceden tüm filmi kare kare düşünmüş bir yönetmen oldu. Kurgu için ise üç, dört gün ona hep yetti. On beş yıl gibi uzun bir aradan sonra yapımcı Oscar Daneigers ile yaptığı ilk film şarkılı, tangolu ‘Gran Casino’ olur.

Bunu yine ticari bir film olan ‘El Gran Cavalero’ izler. Sonrasında çevirdiği Los Olvidados-Unutulmuşlar bir kez daha Bunuel’in filmleri üzerine olan tartışmaları alevlendirir. Yoksul bir ortamın ortasında doğmuş bir çocuk çetesinin birbirleri ve çevreleri ile olan savaşını anlatan film acıları ve toplumsal sorunları şiirsel bir uslup içinde anlatıyordu. Filmin Meksika’yı küçük düşürdüğü iddia edildi. Bunuel’e yöneltilen sert tepkiler Cannes’da filmin kazandığı en iyi yönetmen ve görüntü ödülleri sonrası kesilir. Film Meksika’da bir kez daha gösterime girer. Arkadan gelen ticari başarıyı hedefleyen ‘Sokak Kızı Suzanna-Susana la Perversa’, ‘Gökyüzüne Çıkış-Subida al Cielo’, ‘El-Cinnet’, ‘Vahşi Adam’ gibi filmler Bunuel’in yapmak istediği sinemanın sadece esintilerini taşır fakat sonuçta hepsi Meksika tipi filmler olur. Birçok sıradan ara filmden sonra İngiliz sermayesi ile Robinson Crusoe’u çeker. Öncesinde sadece ticari bir film gibi gözüken Crusoe her alanda büyük başarı kazanır. Eleştirmenler yalnızlığın insanın iç dünyasında yarattığı yıkımı ve gücüyle bunları aşabilmesini mükemmel aktaran Bunuel’i yere göğe sığdırmazlar. Emily Bronte’nin romanı ‘Tutku Uçurumu-Abismos de Passion’ yönetmenliğinin ilk yıllarından itibaren düşündüğü fakat yapımcı bulamadığı için çeviremediği bir projedir . Yirmi dört yıl sonra Daneigers’in teklifiyle eski heyecanını kaybetmiş olmasına karşın senaryoda önemli bir değişiklik yapmadan çeker. Aşkı, çılgın bir aşkı her şeyin üstünde tutan iki sevgiliyi anlatan öyküyü Bronte’nin ruhuna sadık, aşkı yücelten bir anlatımla perdeye yansıtır. Meksika yıllarının en önemli filmlerinden olan ‘Nazarin’ (1958) gördüğü ilgiye karşın çoğunlukla yanlış yorumlanmış bir film olarak tarihe geçer. Bir papaz, bir fahişe ve isterik bir kadın arasında geçen öyküde, papaz her iki kadını da doğru yolu bulmaları için tutkularından vazgeçirmeye çalışır. Film Katolik çevreler tarafından çok sevilir, övülür. Özünde Katolik dininin papazlardan temizlenip, gerçek hümanizmaya ve ateizme ulaşmasını hedefliyordu. ’Tanrı’ya şükür, Tanrıtanımazım’. Bunuel bu ünlü ironik deyişini dini bir öykü anlattığı çok filminde öyküye yedirerek, üstü kapalı –aynı ironik anlayış içinde- ancak iyi bir gözlemcinin ulaşabileceği bir sonuç olarak işledi.

1965’de çektiği ve bu yılki İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Simon Çöl Azizi-Simone del Desierto’ Suriye’de on dördüncü yüzyılda çölde bir sütun üzerinde kırk yıl dua etmiş, Tanrı’ya yalvarmış bir azizi anlatır. Finalde kendisini sürekli kandırmaya çalışan şeytanın peşine takılır ve New York’ta bir diskoda çılgınca eğlenir. Yapımcının parasının bitmesi sonucu sadece kırk iki dakika çekilen film bu haliyle bile Venedik’te beş ödül kazanır. Bu kadar ödülü başka hiçbir filmi kazanmaz. Meksika topraklarında çektiği son filmlerinden birisi olan ‘Ölüm Meleği-El Angel Exterminator’de (1962) çok sevdiği temalardan birisini işler: insanların çok istedikleri halde bir türlü gerçekleştiremedikleri arzuları. Bir grup insan tiyatro sonrası yemek için toplandıkları bir odadan bir türlü çıkamaz. Basit bir isteğin gerçekleşmemesinin anlaşılmazlığı. Bu temayı önceki ve sonraki filmlerinde farklı şekillerde işler. Burjuvazinin Gizli Çekiciliği’nde bir grup insan bir türlü yemek yiyemez, Arzunun Şu Karanlık Nesnesi’nde yaşlı adam çok istediği halde genç kız ile birlikte olamaz, Altın Çağ’da çok isteyen iki sevgili bir türlü sevişemez.
İSPANYA VE FRANSA YILLARI 1961 yılında Meksika’da yaşarken İspanya’dan gelen bir teklif üzerine Madrid’te ‘Viridiana’ı çeker. Meksika’da yaşayan sürgün İspanyol Cumhuriyetçilerin dönüşü nedeniyle kendisini hain ilan etmelerine karşın bu filmi yapar. Rahibe olmak isteyen genç bir kızla kötü niyetli amcasının hikayesini anlatan film hem Katolik kilisesi hem de Franco ve taraftarları tarafından lanetlendi. Film Cannes’da İspanya yapımı olarak Altın Palmiye kazanır. Film ülkesinde yasaklanırken İspanya adına yarışmasına izin veren sinema dairesi müdürü görevinden alınır.

1963 yılında Paris’te yapımcı Serge Silbermann ile tanışır ve ortak ilk filmleri baş rolde Jeanne Moreau’nun oynadığı ‘Bir Oda Hizmetçisinin Günlüğü-Journal d’une Femme de Chambre’ olur.Son dönem filmlerinin değişmez senaristi olan Jean Jacques Carriere ile de ilk filmi olur.1969 da uzun süredir tasarladığı Katolik dinindeki bağnazlık ve mezhep sapkınlıkları üzerine bir film olan ‘Samanyolu-La Voie Lactee’nu çeker. İsa’yı gülen, koşan, uyuyan normal bir insan gibi gösteren film bir kez daha ortalığı karıştırır. Nazarin filminden sonraki çelişkili tepkiler bir kez daha tekrarlanır. Filmin Katolik karşıtlığı veya taraftarlığı şeklindeki tartışmalar Bunuel’i hiç ilgilendirmez, o yansıttığı liberal düşüncelerden ve bağnazlık dünyasına yaptığı yolculuktan memnundur.

'Gündüz Güzeli-Belle du jour’(1966) sinemanın erotizmi en fazla hissettiren filmlerinden birisi olur. Film erotizmi Catherine Deneuve’ün gizemli güzelliği yanında gözükmeyen fakat sürekli hissedilen gizli bir şehvette hissettirir. Severine, cinsel fantezilerini gündüzleri Madame Anais’in randevu evinde yaşar. Genç kocası Pierre ile ruhsuz bir evlilik yaşar, hatta ayrı yataklarda yatarlar. Korkarak başladığı bu gizli yaşam bir süre sonra vazgeçemediği bir alışkanlığa dönüşür. Bir süre sonra bir müşterisi ile yaşadığı yakınlaşma onun istemediği bir olaylara sürükler. Bunuel’den beklenildiği gibi öyküye Severine’in şiddet yüklü mazoşist rüyaları serpiştirilmiştir. Gerçek ve düşün eşit ağırlıkta olduğu anlatım finalde de her ikisini de birleştirir. Açılış sahnesinde Severine’in mazoşist rüyasındaki fayton finalde boş olarak gelir. Artık düşler bitmiştir. Joseph Kessel’in aynı adlı romanından uyarlanan film yazarın bile söylediği gibi kitabından bile daha başarılı bulundu. Burada Bunuel’in dahice, detaylara sadık yönetimi,öyküye mükemmel emdirdiği sadomazoşist düşler ve değişmez senaristi Jean Claude Carriere’in başarısı filmi unutulmazlar arasına ekler. Film seyredenlerin unutamadığı tekrar tekrar seyrettiği bir hayran kitlesi oluşturur. Filmin en önemli mitlerinden birisi içinde ne olduğu bilinmeyen fakat açıldığında randevu evinde çalışan kızları ürküten bir kutudur. Bunuel bile bu kutunun içeriğini yanıtlayamaz. Tarantino’nun Ucuz Roman’da kullandığı açıldığında içinden ışık saçan evrak çantasını nereden ödünç aldığı anlaşılıyor.

Bunuel sinemasının en önemli kilometre taşı olan ‘Burjuvazinin Gizli Çekiciliği-Le Charme discret de la Bourgeoisie’(1972) ile burjuva sınıfının tıkanıklığını, toplumun diğer kesimleriyle olan kopukluğunu, dünya değişirken onların aynı tiyatroyu oynadıklarını düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir üslupta anlatır. Bu sınıfın dıştan gözüken ihtişamı ve ciddiyetinin ardında yatan tekrarlara dayalı yaşam şeklini kara mizahın müthiş gücüyle acımasızca eleştirir. Karikatür tipler, absürd tesadüfler, tamamlanamayan olaylar, gerçeküstü detaylar, paradokslar Bunuel’in mesajını unutulmaz bir görselliğe dönüştürür. Öncelikle filmin geçtiği dönemi irdelersek 1972 Vietnam bataklığında Amerika, ‘68 öğrenci hareketlerinin tüm dünyada uyandırdığı sosyalist esintiler, öncelikle Güney Amerika’da çoğalan askeri cunta hükümetler, globalleşme arifesinde emperyalist hareketlerin hoyratça sürdüğü bir soğuk savaş dönemi görürüz. Bunuel burjuvaziye karşı dururken onları yargılamıyor yaşamlarında içi boş, ilerlemeyen ritüellere mahkum olmuş bireyler olarak gösteriyor. Filmin altı burjuva karakteri korkularını ortak bir rüyada görür. Rüyaları onların gerçek yaşamlarını yönetir. Başlarını Miranda’nın Paris Büyükelçisinin (Fernando Ray) çektiği altı varlıklı insan bir akşam yemeği için bir türlü bir araya gelemez. Gelseler bile bu kez farklı engeller ortaya çıkar. Ya lokanta kapalıdır veya lokanta patronu ölmüştür, cenazesi arka odada yatmaktadır, yahut yemek esnasında ordu eve gelir. Yemek yiyememek, tüketememek korkusu onların varoluşları karşısına dikilen bir engel olarak çıkar her seferinde. Bu korkularına sevişememek, anarşi, terör gibi güvenlilerini tehdit edici unsurlar eklenir. Faşist bir idarenin hakim olduğu anlaşılan Miranda hakkında büyükelçi sürekli yalan bilgiler verir. Ülkesinden pembe tablolar çizer. Filmde serpiştirilmiş sıra dışı olaylar arasında sürekli manevra yapan bir ordu, bahçıvanlık yapan Piskopos, rüyasını anlatan teğmen öykünün çarpıcılığını arttırır. En sembolik sahnesi olan altı burjuvanın ıssız bir yolda yürümesi onların tükenmişliğini artık her şeyi kabullendiklerini temsil eder. En kısa mesafeyi bile film boyu oto ile katedenler artık benzin bile bulamaz, o yol belki de onları ölüme götüren son yoldur.

1974 tarihli ‘Özgürlük Hayaleti-Le Fantome de Liberte’ni Samanyolu filminde geçen ’’özgürlüğümüz ancak bir hayaletten ibarettir" tümcesinden esinlenerek çevirir. Film düşünce olarak Samanyolu-La Voie Lactee ve Burjuvazinin Gizli Çekiciliği ile gerçeği arayış üzerine bir üçlü olarak kabul edilebilir.

Sinema tarihinin en güzel isimli filmlerinden birisi olan ‘Arzunun Şu Karanlık Nesnesi-Cet Obscur Objet du Desir’(1977) çarpıcı bir aşk öyküsünü anlatır. Pierre Louys’un 1889 da yayımladığı Kadın ve Kuklası adlı romanının Bunuel anlayışı içinde modern bir uyarlaması olur. Altmışlı yaşlardaki soylu ve zengin Mathieu halktan bir kıza Conchita’ya tutulur. Onu elde edebilmek için her türlü yolu dener. Ona sevecen davranmaya çalışan Conchita iş sevişmeye gelince kendisinden oldukça yaşlı soyluya her türlü bahaneyi uydurur.
Arzu ile yanan adam bir süre sonra kızın oynadığı bir kuklaya dönüşür. Bir kez daha burjuvazi karşısına çıkan engellere takılır. Bir türlü sevişemeyen, tüm zenginliğine, fedakarlıklarına rağmen istediğini elde edemeyen bir burjuva tablosu daha remeder Bunuel. Conchita karakteri farklı iki kadın oyuncu tarafından canlandırılır: Zarif ve mesafeli Carole Bouquet, Latin ateşi taşıyan daha cilveli Angela Molina. Erkek doğasını etkileyen iki farklı dişi karakter erkeği parmağında oynatır, durur. Burjuvanın büyük korkusu terör ve anarşi bir kez daha arka planda yer alır. Büyük bir patlama ile biten finalde anarşi burjuvaziyi bir kez daha ortadan kaldırır. Seyircisini bir kez daha şaşırtıp, düşündürmeyi başarır Bunuel. 

Son Nefesim’den alıntıyla Bunuel’in bu dolu yaşamını noktalayalım:
“Her şeyin başı rastlantıdır, rastlantının yanında kardeşi giz vardır. Her şeyi anlamak hırsı, bu neden? şu neden? Ardından onu küçültmek, basitleştirmek isteği, işte doğamızın en feci yönleri. Hayatımızın gizini cesurca kabullenebilsek, işte o zaman saflığa benzeyen katıksız bir mutluluğa çok yaklaşmış olurduk.”